12 Ocak 2017 Perşembe

YENİ ANAYASA PAKETİNİ ANLAMAK

                        

Ne yazık ki, bir çok konuda olduğu gibi, son anayasa paketine karşı gelirken de içeriğinden çok biçim ve kişiler üzerinden tartışıyoruz...

Dünyada ilk anayasa İngiltere'de 15 haziran 1215 tarihinde imzalanan Magna Carta olarak kabul edilir.Osmanlıda ise ilk anayasa 23 aralık 1876 tarihinde Kanun-i Esasi olarak yürürlüğe girer.

O günlerden bu güne kadar dünyanın ve ülkelerin özgün koşullarına uygun olarak bir çok model anayasa metinleri hazırlanmıştır.

Türkiye'nin talihsizliği 1921-24 anayasasının dışındaki tüm anayasaları askerlerin çıkarmış olmalarıdır.

Türkiye'nin baştan aşağı yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu herkes dile getiriyor.Ancak mevcut meclis aritmetiği buna olanak vermiyor.Bu gün gelinen noktada AKP ve MHP nispi değişiklik için bir araya gelmiş bulunuyor.Bu nispi değişikliğin özünü Cumhurbaşkanlığı/Başkanlık meselesi oluşturmaktadır.

Hemen şunu söylemeliyim: Dünya hızla değişiyor...Türkiye'nin değişen bu koşullara uyan bir anayasaya ihtiyacı vardır.Aksi taktirde eski yöntemlerle yeni Türkiyeyi yaratamazsınız.Bugün TBMM de görüşülen yeni anayasa paketi de bu ihtiyaçtan doğuyor.

Hızlı karar alma,etkin ve özgür yürütme!...Yürütmenin programını hayata  geçirmesinde ayak bağı olacak yapıların bu işlevine engel olmak!...Mesela;Bürokrasi ve siyasallaşan yargı gibi...

Yeni anayasa paketine hangi noktalarda itiraz ediliyor?

1-"Tek adam yönetimi geliyor" deniliyor.Her şeyi meşruiyet üzerinden tartışmak gerekir. Yeni sistemde Başkanı/Cumhurbaşkanını halk seçiyor.Bunun kötü tarafı var mı? Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı yürütmenin başı oluyor.Zaten mevcut anayasada da böyle...Bir çok ülkede olduğu gibi başbakanlık kalkıyor.İki başlılığa son veriliyor.Bu da işlerin hızlı yürümesini beraberinde getiriyor.Bakanların milletvekilleri dışından seçilmesi parti baskısını ortadan kaldırıyor.Milletvekilleri ülkenin yönetileceği yasaları çıkarmak,Cumhurbaşkanını,bakanları denetlemek,onların bütçelerini onaylamak,önerge ve sorularla onları denetlemek gibi çok önemli görevleri vardır.Cumhurbaşkanı meclisin çıkardığı yasalara aykırı kararname çıkaramaz..."Tek adamlılık" burada bitiyor...

2-"Cumhurbaşkanının meclisi fes etme yetkisi vardır,bu doğru değildir" deniyor...Cumhurbaşkanı meclisi fes edebilir ancak o andan itibaren kendisini de fes etmiş sayılıyor...Yeni seçim hem meclis için hem de Cumhurbaşkanı için yapılmak zorundadır.Kaldı ki; Mecliste kendisini ve Cumhur başkanlığını belli bir çoğunlukla fes edebilir.Kendi görevine son verip,halkın iradesine başvurmanın neresi yanlış yada diktatörlük? Meşruiyete inanmayanların,sürekli üniformalı-üniformasız darbecilerden medet umanların böyle düşünmeleri normaldir.

3-"kuvvetler ayrılığı rafa kaldırılıyor" deniyor.Kuvvetler ayrılığı meselesi, henüz "devlet","toplum" farkının ortaya konulmadığı 1740 yıllarında,o günün koşullarına uygun olarak Montesquieu tarafından öneriler bir yönetim biçimidir.Aynı Montesquieu şöyle demektedir:" Kanun koyucunun asıl görevi mevcut durumu aynen korumak değil,gerektiğinde toplumun lehine değiştirmektir"...Yani yönetim biçimleri bir üst yapı olarak toplumun sosyo-ekonomik ve kültürel alt yapısı tarafından biçimlendirilir.Ne dünya 1920 lerin dünyası,ne de Türkiye...Bu günün sosyo-ekonomik ve kültürel alt yapısı yeni yönetim biçimlerini dayatmaktadır.

4-"Yargı bağımsızlığı yok ediliyor" deniliyor.Yargıçlar dahil herkesin  meclisin çıkardığı yasalara uyma zorunluluğu vardır. Kendi içinde siyasallaşarak,kendi üst yönetimini (HSYK,AYM,YARGITAY,DANIŞTAY) seçen bir yapının bağımsızlığından bahsedilebilinir mi? Yasamanın ve yürütmenin önünde nasıl bariyerler oluşturduklarını yakın tarihimizde izlemedik mi? Dünyanın bir çok ülkesinde yüksek yargı üyeleri,  doğrudan halk tarafında seçilmiş olan Cumhurbaşkanı ve Meclis tarafından seçilmektedir.  Bu da meşruiyetin ta kendisidir.

5-"Partili Cumhurbaşkanı" meselesi...Bu konuya uzun-uzadıya girmeye gerek yok...Atatürk ve İnönü yıllarca hem Cumhurbaşkanı oldular hem de CHP nin genel başkanı...

Dünyadaki ve Türkiye'deki gelişimi,değişimi göremeyenlerin çıkardıkları gürültü,yaratıcı düşünce yeteneklerini yok etmektedir...Bu aynı zamanda kendine güvensizliğin ifadesidir: Ey muhalefet edenler! Halka ve tezlerine güveniyorsan, referandumda anayasa taslağını ret edersin,olmadı Cumhurbaşkanı  ve meclis seçimlerini kazanıp bu taslağı çöpe atarsın.


Bizden söylemesi...

3 Ocak 2017 Salı

TERÖR VE SORUMLULUKLARIMIZ

Öfkeliyiz! Öfkemizde haklıyız...Öfkelenmemek mümkün değil. Hatta uygun ifade edildiğinde öfkelenmek sağlıklı ve doğal bir duygudur.Öfkemiz önemli,öfkemizi nasıl yöneteceğimiz daha da önemli.Öfkemizi gösterme biçimimiz, kültürel olgunluğumuzu gösterdiği gibi, öfke duyduğumuz olguya hizmette edip etmediğimizi de ortaya koyar...

Sorumluluk duymak önemli...Sadece başkalarına sorumluluk yüklemek,kendimizi muaf tutmak sorunların çözümüne değil,çözümsüzlüğüne hizmet eder...Sorumluluğun gereklerini yerine getiremiyorsak, en azından sorumsuz davranışlardan uzak durmamız gerekir...Sorumsuz davranışlardan sadece herhangi bir alandaki sorumlular değil,tek tek bireyler olarak hepimiz de hesap verme durumunda olduğumuzu unutmamalıyız...Evde,sokakta,sosyal medyada,yazılı ve görsel basında söylediklerimizin,yazdıklarımızın,yaptıklarımızın kime hizmet ettiğini iyi düşünmek zorundayız...Önümüze konulan her "verinin" doğruluğunu araştırmadan servis yapmanın,savunmanın en başta kendimize,savunduğumuz fikre,inanca  zarar verdiğini yaşam bizlere öğretmiş olmalı...

Bir ülkede,şehirde,partide v.b birçok kültürün,yaşam tarzının,inancın,düşüncenin olması hayatın kendi gerçeğidir...Yani "öteki" vardır ve doğaldır...Doğal olmayan "ötekini" kendimize benzemeye zorlamak,olmadıysa düşman ilan etmek...İşte "ötekileştirme dediğimiz şey de budur...Ne yazık ki; "ötekileştirmeyi" diline dolayanlar en fazla "ötekileştiren" haline geldiklerinin farkında değiller...Bir üst kültür altında tüm farklılıklarımızla yaşamak zorundayız...

Bir birimizi ve karşıdakini suçlama kolaycılığımız sorunun esas kaynağını kaçırmamızı beraberinde getiriyor...Evet diğerinin eksiğini,hatasını söyleyelim, ama kendi sorumluluklarımızı da bilelim...Kullandığımız dilin,üslubun kime hizmet ettiğini görelim...Toplumu,insanlığı ilgilendiren sorunlardan siyasi çıkar sağlama telaşı küçük düşürücü oluyor ve halklar buna pirim vermiyor...

Şu son insanlık dışı Reina saldırısı sonrası yaşananlar,söylenenler,yazılanlar ne kadar da çok terörün amacına hizmet ediyor...Uluslar arası boyut unutuluyor,içeride siyasi suçlamalar öne geçiyor...

Diyanet İşleri Başkanlığının yılbaşı öncesi kabul edilemez açıklaması gibi açıklamaların,  Reina saldırısı sonrası ne kadar önem arz ettiği net bir şekilde görülmüştür. Saldırı sonrası açıklamaları her ne kadar durumu toparlamaya çalışsa da ok yaydan çıkmıştır bir kere...Bir çok ilde Noel babanın kafasına silah dayayan görüntüler, yılbaşı kutlamalarının günah olduğundan dem vuran paylaşımlar ,muhafazakar dışı yaşam tarzlarına öfkeye varan söylemler...

Öte yandan, DEAŞ'ın eylemlerinden kalkarak, hükumetin,dindarların tümünün laik kesimi sindirme amacı taşıdığını iddia etmek,esasında terörün destekçisi olan emperyal güçlerin adım, adım toplumu ayrıştırmada başarılı olduklarını gösteriyor...DEAŞ gibi, sorumluları arasında İngiliz,Amerikan vatandaşlarının olduğu bir örgütün Müslüman,Hıristiyan,Musevi,Laik,Anti-Laik ayrımı yapmadan insanları katlettiği,İslami kültürel yapıları yerle bir ettiği göz ardı edilerek, sanki sadece laik kesimi hedef alıyormuş ve muhafazakar kesimin istediğini yapıyormuş imajı yaratılarak, buradan farklı yaşam tarzları arasında ayrışmaya çanak tutmak terörün arkasındaki güçlere hizmet etmek olduğu artık görülmeli...  

Türkiye'de terör yeni ortaya çıkıyormuş gibi davranmak,geçmişi resetlemek,bunu savunulan bir yaşam tarzının yarattığını iddia etmek, gerçekleri ters yüz etmektir...Sadece SHP_DYP koalisyonun olduğu zamana bakmak yeterlidir...Uğur Mumcu,Gaffar Okan,Bahtiyar Aydın,Eşref Bitlis,Vedat Aydın gibi ünlüler yanında onlarca Kürt iş adamlarının katledilişleri... 1992'de 362, 1993'te 467, 1994'te 423, 1995'ten (166) faili meçhul cinayet gerçekleşiyor. .. Bu "laik yetiştirme tarzının  sonucudur" dense haksızlık olmaz mı?...Hele,hele SHP nin o dönem hazırladığı Kürt raporu ortadayken ( Olağanüstü Hal'in (OHAL) ve koruculuk sisteminin kaldırılması, genel af ilan edilmesi, Kürtçe eğitimin önünün açılması, radyo ve televizyonda Kürtçe yayınlara izin verilmesi gibi önerilerde bulundu.) terörün arkasındakileri unutup, SHP ye yüklenmek insafsızlık olmaz mı?


Sorumsuzca davranmak,kendi ayağımıza sıkmaktır...Bir birimizi suçlamak yerine,bir birimizi anlamaya çalışmaz isek terör örgütleri ve arkasındakiler başarılı olurlar ki; bu da hepimizin sonu demektir...