28 Ocak 2016 Perşembe

UZLAŞMA KÜLTÜRÜ

                                                         
                                            



Uzlaşmayı, farklı düşüncelerin ve bakış açılarının ortak bir paydada buluşmaları olarak da tarif edebiliriz.
Aynı düşünce ve bakış açısına sahip olanların uzlaşmaya ihtiyaçları yoktur.

Uzlaşma kültürü, diğerini yok sayma, yok etme yerine varlığını kabul etmeye dayanır.

Bu yüzden çokluk (sayısal üstünlük) yerine çoğulculuğu (azınlığı haklarını kabul) esas alır.

Azınlıklar ileride çoğunluk olurlar yada olamazlar,şu anda kendilerini ifade etme hak ve özgürlüğüne sahip olmaları bir uzlaşma kültürünü gerektirir.

Dayatma,ön yargı, kırmızı çizgiler uzlaşma kültürüne ters olgulardır.Yani; Uzlaşı karşıyı dinlemeyi,anlamayı gerektirir.

Michael Ende'nin MOMO adlı fantastik bir kitabı var. Kitabın kahramanı 8-10 yaşlarında kıvırcık saçlı bir kız çocuğudur. Özelliği ise,hiç bir fikir ileri sürmeden karşısına gelen ihtilaflı kişileri dinlemektir.Kasabada uyuşmazlığa düşen herkes soluğu Momo'nun önünde alır.Taraflar Momo'nun önünde haklılıklarını anlatırken karşıyı da dinlerler.Sonuçta kendi aralarında uzlaşarak Momo'nun yanından ayrılırlar.Gereksiz restleşmeler yerine biri birlerini anlama yolunu seçtikleri için sorunlarını çözerler.

Halklar arasındaki uzlaşı kültürü siyasiler arasındaki uzlaşı kültüründen daha gelişkindir.

Günümüz Türkiye'sindeki çatışmalı ortama baktığımızda devlet ve Pkk nin uzlaşma kültüründen bu kadar uzak,çatışmalı ortama bu kadar davetkar tutumlarına rağmen, halkların kendilerini bunun uzağında tutmaları sağduyuyu  ve uzlaşıyı temel aldıklarını göstermektedir.

Devlet, cumhuriyetin başında 1921 anayasasında hayat bulan uzlaşı kültürünü 1924 te terk etmiştir. O günden sonra Kürtler ve sorunları yok sayılmıştır.Bu da onlarca Kürt isyanına  (Koşgiri'den-PKK'ya uzanan) neden olmuştur. Doksanlı yıllardan sonra inkarcı politikalar sorgulanmaya ve kimi adımlar atılmaya başlanmıştır. AKP hükumetleri zamanında Kürt varlığı kabul edilmiş,kimi adımlar atılmış,uzlaşı adına masaya oturulmuştur.Uzlaşı çabaları Türklerde ve Kürtlerde büyük umut yaratmış,bir o kadar da destek görmüştür.Ne var ki, masanın iki tarafındakilerin uzlaşı kültürünü içselleştiremedikleri görülmüştür.Bu kadar ölüm,şiddet,yıkım,göç yaşanırken tarafların biri birlerini suçlamalarının anlamı kalmamıştır.Güç kullanmanın,savaşın sorunun çözümüne katkı sunmadığı defalarca görülmesine rağmen, şiddet yönteminde ısrarcı olunması halkların yararına bir durum yaratmadığı açıktır. Öyleyse, siyasi aktörlerin halkların çıkarı yerine kendi çıkarlarını esas aldıkları sonucuna varabiliriz.

Burada tek sevindirici olanın halkların savaş davetlerine,kışkırtmalara pirim vermemeleridir.

Uzlaşmak, onur zedeleyici değil,onurlandırıcı bir tutumdur.Umarım süreç uzlaşıyla sonuçlanır.


22 Ocak 2016 Cuma

KÜRTLERE RAĞMEN KÜRTLER ADINA...

                                 

Kürtler vardır,Kürtlerin sorunları da vardır.Her yapının,organizmanın varlığını sürdürme ve bunun nasıl olacağına karar verme "fıtratında" vardı.

Kürtlerin kendileri sorun değil, kendilerine rağmen,kendilerine dayatılan çözüm ve çözüm yolları sorundur..

Devletin Kürtlerin taleplerini hiçe sayarak, bir baba edasıyla "size ne veriyorsam onunla yetineceksiniz" diyerek ortalıkta dolaşması sorundur...

Diğer taraftan, Kürtlere sormadan "biz sizin için savaşıyoruz,sizin aklınız ermez,sizin için en iyisini biz biliriz" tavrı sorundur...

Aslında basitçe şematize edersek şunu görürüz: Kürtlerin sorununun çözümünde iki ana yol var...A) ayrılma. B) birlikte yaşama.

A) Ayrılma,ayrı bir devlet olma -en azından bugünkü koşullarda-masa başında değil, savaşla elde edilecek bir hedeftir...Eğer Kürtlerin büyük çoğunluğu ayrılmadan yana karar vermiş ise,bunun önünde kimse duramaz ve ulusal-uluslararası desteği de görür...Ama Kürtlerin talebi ayrılmadan yana değilse,dayatılan "savaş yoluna" tevessül etmez ve bu yolun kendisi sorun yaratır.Bugün "savaş yolunu" seçenlerin kafalarının ardında ayrı bir devlet olma yattığı bellidir.Dediğim gibi,Kürtlerin çoğunluğu bunu istiyorsa bir sorun yok, Kürtlere rağmen sahneleniyorsa sorundur.

Karmaşık olan sorunu Türkiye'deki "mikro sol" un müdahil olması daha da karmaşık hale getiriyor. Türkiye'de elle tutulur hiç bir başarısı olmayan,fikren ve fiilen yenilen "mikro solun" bir türlü hayata geçiremedikleri " halk savaşını" Kürtler üzerinden hayata geçirebilecekleri yanılgısı sorundur..."Mikro sol" , mikro verilere dayanarak "şanlı halk savaşını"  kimi Kürt örgütleri üzerinden başarılabileceği umudunu taşıyorlar.Geçmişteki "siyasal miyoplukları", "sol hastalıkları" geçmemiş görünüyor ve bu Kürtlere zarar veriyor...

(A) yı nispeten tartıştığımıza göre,(B) yi tartışabiliriz.
Ne demiştik: İkinci yol,birlikte yaşama...Birlikte yaşamanın birçok biçimi vardır...Federasyon,otonomi,özerklik v.b...Başından söylemek gerek,buna da karar verecek olan Kürtlerin kendisidir.Kürtlerin aklını küçümseyerek Kürtler için çözüm üretmek sorundur...Bir çözümü önermek başka,dayatmak başkadır...

Nasıl ki,"mikro sol" ve benzerleri Türkiye'de halkı "bidon kafa,göbeğini kaşıyan adam, koyun sürüsü" yerine koyup,kendisini "bilir kişi" ilan ettilerse,Kürtlere de aynı hastalıklı bakışla bakıyorlar.Kürtleri,Kürtlerin aklını kimse küçümsememelidir.Geçmişte yaşananların tüm deneyimlerini özümseyen bu halk dünyanın belki de en politize halkıdır...Kendileri için en doğru çözümü onlar biliyorlar.Tutum ve davranışlarıyla da bunu gösteriyorlar...Bunu okuyamamak ya da görmezden gelmek sorundur...

Gerek devletin/hükumetin Kürtlerin varlığını kabul edip,taleplerini yok sayması, gerekse Kürtlere rağmen "çözüm" ve "çözüm yolları" dayatanların Kürtlere zarar vermekten başka işe yaramadığı artık görülmelidir. Ve Kürtlerin ne istediğini Kürtlere sorun!

19 Ocak 2016 Salı

KÖTÜLÜKLERİN KAYNAĞI; EGO PATLAMASI

                                                        

Öncelikle hemen herkesin bildiği ve Freud'in tanımladığı "id","ego", "süper ego" nun kısa tarifiyle başlamak istiyorum

İd; En ilkel yanımızdır.

Ego;Bilinçli ve akıl yanımızı ifade eder.

Süper Ego; Vicdan ve Ahlaki yanımızdır.

İd ve Süper Ego sürekli birbirleriyle çatışırlar ve Ego ikisini yönetmeye çalışır. Yani; Karar merciidir.

Benim asıl üzerinde durmaya çalışacağım bütün "kötülüklerin" kaynağını teşkil eden "Ego Patlaması"dır.

Egonun, üst-üste kazandığı zaferlerle güçlenmesi, kendisine çok daha büyük hedefler koyması, bu hedeflere ulaşma konusunda her yolu mubah görmesi sonucunda "akıl" devre dışı kalır. Bu durum "Ego Patlaması" olarak tarif edilir.

"Ego Patlaması" yaşayan kişi mevkisi ne olur ise olsun kendisini,konumunu kalıcı kılmak için her yolu denemekten geri kalmaz.Eğer "Ego Patlaması" yaşayan kişinin mevkisi devlet yönetimi düzeyinde ise savaş ve benzeri durumların nedeni halini alır.

Bütün diktatörler bu tarife sokulmaktadır. Seçilmişler arasında da "Ego Patlaması" yaşayan örnekler verilmektedir. Örneğin; George W Bush, Margaret Thatcher,Putin v.b

"Ego Patlaması" yaşayan kişi ne kadar büyük güce sahip ise, yaratacağı felakette o kadar büyük olmaktadır.Bu kişilikler her ne kadar ölümden korkmadıklarını ilan etseler de, en fazla onlar ölümden korkarlar.Bu yüzdende başkalarının acıları kendilerinin hayatta kalmasını sağlıyor ise o acıları duyumsamazlar.

Oysa,insanların birbirlerini anlamaları,acılarını duyumsamaları kötülüklerin,savaşların önündeki en büyük engeldir.Yani; Empati eksikliği, ego patlaması,başkalarının acısını duyumsama eksikliğidir.Bu da o insanları acımasız,merhametsiz kılmaktadır.

Simon Baron Cohen şöyle diyor: "En düşük seviyedeki saldırganlık bile empati kurma yetisinin azalmasından kaynaklanmaktadır.Eğer insanın neler hissettiğini önemsiyorsanız ona zarar vermeye niyetlenemezsiniz". Burada sunu da ilave edebiliriz: Sizin kötülük yapmayışınız empati yaptığınız anlamına gelmiyor.Kötülük yapanlara göz yumuyorsanız,tepkisiz kalıyorsanız suçu onayladığınız anlamına geliyor ve suç işleme potansiyeli taşıdığınızı açığa vurur.

İnsanoğlu zeka ve yaratıcılıkla diğer canlıların önüne geçti.Bu insanlarda "Ego Patlaması" yaparak, kusurlarını yenebilme yeteneğini köreltti.Dolayısı ile insanlar hayvanlardan daha tehlikeli hale geldi.
Erich Fromm "Eğer insan türünün içkin saldırganlığı doğal ortamlarda yaşayan şempanzelerinki kadar olsaydı barış dolu dünyada yaşıyor olurduk" diyor.

Yukarıda da belirttiğim gibi,"Ego Patlaması" yaşayan insanların kusurları,zararları yeteneklerini fersah,fersah geçti.

Bir liderin olumsuzluklar karşısında direngen duruşu, sorun çözücü oluşu, risk alışı önemli.Bu özelliklerini insanlık adına değil de "ego"su için kullanılıyor ve kibre kapılıyorsa zarar vermemesi mümkün değildir.Bugün Türkiye'de yaşanan olaylar,ölümler "Ego patlaması" ve empati yoksunluğu yaşayan iki taraf yöneticilerinin sonucudur.

Dünyamızda "Ego patlaması" yaşamayan, empati yoksunu olmayan örgüt,devlet yöneticilerini yaratabilirsek; Tüm savaşların,kötülüklerin önüne geçmek adına önemli bir adım atmış oluruz

15 Ocak 2016 Cuma

ELEŞTİRİYE TAHAMMÜL

Eleştirmek kadar,  eleştiri yöntemi, objektiflik, kanıta dayalı olmak bir erdem ve sorumluluk gerektirir. Sorumluluk ve erdem gerektiren bir taraf  daha var ki; O da eleştirilen taraftır. Eleştirilenin tahammülü, eleştirilere verdiği tepki biçimi ne kadar demokrat olduğunun da ölçütüdür. Kişilerin, Siyasi yapıların, örgütlerin, iktidarların eleştirilere yaklaşım biçimleri kendilerini ele verir.

Her zaman olduğu gibi, en çok yönetimde, iktidarda olanlar eleştiriye maruz kalır. Bir iktidar partisi yüzde kaç oyla iktidara gelirse gelsin herkesin iktidarıdır ve o davranış beklenir. Oy vermeyenlerin eleştirileri daha sandık başında başlamıştır. Oy verenlerin de, vermeyenlerin de iktidarları eleştirme hakları vardır. Yönetmek, birçok hata yapmayı beraberinde getirir. Eleştiriye açık olmak “iyi yönetmeye” katkı sunar. Yapılan eleştirilerin içinde haksız , insafsız, yanlı ve yalan da olabilir. Eğer, silahı, şiddeti, suçu teşvik etmiyor ise, anlayışla karşılamak demokratik kültürün gereğidir. Hoşa gitmeyen her eleştiriyi adaletli, duyarlı karşılamak yerine,  hukuka havale etmek, iyi bir yönetme örneği olamaz. Hukuk sisteminin tarafsızlığının tartışıldığı günümüz Türkiye’sinde  iktidarın her eleştireni hukuka havale etmesi demokrasilerde görülmüş bir şey değildir. Bu davranış biçimi, yönetme zafiyetini işaret eder. “Korku ülkesi” yaratmak istiyorsanız, bu yöntem bulunmaz bir yöntemdir. Demokratiklik iddiasındaysanız, tahammül sınırlarınızı çok geniş tutmak zorundasınız.. Demokrasilerde silah, şiddet içermeyen eleştirileri olgunlukla karşılayıp, uygun yanıtlar vermek ilkeli duruşu, kendine güveni ifade eder. İsminde “adalet” olan bir partinin her eleştiriyi düşmanca bir saldırı gibi algılayıp, bu algı üzerinden eleştirilere yaklaşması demokratik geleneklere aykırı durum yaratıyor.

Güncel yaşanan iki olayda bunu gözlemlemek mümkündür. Beyaz Öztürk’ün programına bağlanan, kendini öğretmen olarak tanıtan, sonradan öğretmen olmadığı anlaşılan kadının istek ve eleştirileri birçok tutarsızlık ve yönlendirme içerse bile, savcılığa havale edilmesini gerektirmiyordu. Kadının tutumunda tutarsızlıklara örnek verelim. Bölgeyi terk eden öğretmenlere seslenerek “hangi yüzle geri döneceksiniz” diyor. Okullar yakılıp-yıkılırken, daha dün İdil de öğrencilerinde içinde olduğu okullar bombalanırken çatışma bölgelerinden uzaklaşan öğretmenleri suçlamak ne kadar insaflı bir eleştiri olabilir. Burada bir parantez açarak şunu söyleyebilirim: PKK Kürdistan’da  okulları asimilasyonun bir aracı olarak görüyor ve kuruluşundan bu yana eğitim kurumlarına yaklaşımı biliniyor. Burada PKK açısından bir tutarsızlık yok. Eleştirirken bu gerçeğin göz ardı edilmesi tutarsızlıktır.

Güncel ikinci konu; “Barış için akademisyenler inisiyatifi” nin bildirisi. Bir aydın olarak asla imza atmayacağım bir bildiri olmasına karşın, hükumetin/ cumhurbaşkanının öfkesini, kırgınlıklarını anlamama rağmen, bildiriye imza atanların savcılık ve YÖK tarafından soruşturmaya tabii tutulmasını demokrasi dışı bir tutum olarak görüyorum. Bu davranış, kendinden emin, kendine güvenen, ileri demokrasi vaatlerinde bulunan bir hükumetin refleksi olamaz. Kaldı ki; Başbakan Davutoğlu bana göre çok tutarlı bir cevap da verdi. Burada kalsa idi, bildiri bumerang gibi imzalayanları vurmuş olacaktı. 

Akademisyen gurubun “ Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasının oluşturulması” istemi objektif olmadıklarını gösteriyor... “Kürt sorunu yoktur demek Kürt sorununu yok etmiyor. Kürtlerin ulus olmaktan kaynaklı hakları vardır ve bu anayasal, yasal yollarla teslim edilmeli. Güvenlikçi yöntemlerin çözüm olmadığı daha ne zaman anlaşılacak. Buradan PKK ye de silahlı mücadelenin devrinin bittiğini, Apo’ nun bu yöntemin bittiğini 1999 dan beri söylemesine rağmen ısrarın çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet ettiğini deklere ederiz “  diyebilselerdi keşke.

Bugün, Kürt illerinde yaşanan insanlık dışı durumun büyük sorumluluğu iktidarındır. Çünkü Türkiye’nin yönetimi onlara teslim ve birinci muhatap onlardır. Çatışmasız bir yol bulmak da onların görevi. Bu PKK’nin pürü-pak olduğu anlamına mı gelir?

“Aydınların”, “akademisyenlerin”, beyaz Türklerin Kürtleri hele-hele PKK’yi sevdiklerine inanıyor musunuz? Daha dün Selahattin Demirtaş’ı baş tacı yapanlar,  şimdi hedef yapıyorlar. Bunların üstünü biraz kazın altından tek amaç çıkar: Anti-AKP/RTE…PKK’nin böylesi sahte davranış içinde olanları bildiğini sanıyorum. Ama onları yönetebilme yeteneğine sahip olduğunun farkında olarak davranıyor. Bu da onlar açısından anlaşılır bir şey.

Gerçekten barış istiyorsak, silahı şiddeti tümden ret etmemiz gerekir. Kimse “devlet bundan anlıyor” argümanına sarılmamalı. Silahlı yöntemle şimdiye kadar devlet dize mi getirildi ki, silahlı yöntem devam etsin?

Barış ,ancak barışçıl yöntemlerle ve objektif yaklaşımlarla yaşam bulur… 

Demokrasi, eleştirilere toleranslı olundukça gelişecektir.

11 Ocak 2016 Pazartesi

YENİ ANAYASA

                                                       
 

Ben, anayasa hukukçusu olmayı bırakın,hukukçu da değilim. Bir yurttaşım. Tam da bunun için yeni anayasa konusunda benim de önerilerim olmalıdır.Çünkü bir anayasa sadece hukukçulara,bürokratlara,milletvekillerine bırakılmayacak kadar tüm yurttaşları ilgilendirdiğinden dolayı asıl bizlerin konusudur.Eğer, kendisini elit gören kesimin anayasası hazırlanacak ise, söz söyleme hakkımız yoktur. Ortaya çıkacak anayasa da bizlerin anayasası olmayacaktır.Yok eğer tüm yurttaşların anayasası hazırlanıyorsa, bizler de nasıl bir anayasa ile yönetilmek istediğimizi söyleme hakkına sahibizdir.İsteklerimiz uçuk,uygulanamaz v.b. olabilir. Ama bu söz söyleme hakkımızı elimizden alamaz. Nitekim 2010 yılında başlayan ve 34 ilde "halk toplantıları" düzenleyen Yeni Anayasa Platformu (YAP) Diyarbakır'da da bir toplantı gerçekleştirmiş, bir cami imamı "yeni anayasaya ne gerek var, Kuran-ı Kerim var" demişti...Toplumun büyük çoğunluğu bunu ret etse bile,İmamın böyle bir talepte bulunma hakkı vardır. İşte, nasıl bir anayasa istediğimi de bir ucundan ifade etmiş oldum.

Yani, öyle bir anayasa olmalı ki; Şiddete baş vurmadığı sürece herkesin her fikri söyleme hakkı olmalıdır.Yeni Anayasa kendisini  eleştirenleri de,yerine yenisini önerenleri de güvence altına almalıdır.

Yeni Anayasa bir etisite üzerinden,bir ideoloji üzerinden tarif edilmemelidir. Bütün etnisitelere,dünya görüşlerine,inançlara,dillere eşit mesafede durmalıdır.

Kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanmalıdır.

Cumhurbaşkanından yada Başkandan, sıradan devlet memuruna kadar herkes denetlenebilir,hesap sorulabilir pozisyonda olmalıdır.

Tüm resmi, yarı-resmi kurumların işleyişi demokratik hale getirilmelidir.

Adalet sistemi bağımsız ve kendini denetleyen bir durumda olmalıdır.

Anayasa Mahkemesinin yapısı sadece iktidar partilerinin, Cumhurbaşkanın/Başkanın  oluşturacağı üyelerden değil,ehil kişilerden ve seçilme yolları demokratik olan,herkesin kararlarına saygı duyduğu yüce bir mahkeme yapısına dönüştürülmelidir.

12 Eylülcülerin tüm anti-demokratik yasaları yerine, insan haklarına dayalı,demokratik yeni anayasa ile uyumlu yasalar konulmalıdır.

Sivil yapıları,örgütleri güçlendiren,destekleyen bir anayasa olmalıdır.

Çevreye duyarlı ve onu koruyan bir anlayışa sahip olmalıdır.

Düşünce ve örgütlenme özgürlünü,inanç hürriyetini güvence altına almalıdır.

"Değiştirilemez" denilen maddeler de dahil eskiye, 12 eylüle ait tüm maddeler ortadan kaldırılmalıdır. Aksi taktirde hala,anayasaya "değiştirilemez" ibaresini koyan 12 eylülcülerin emirlerinden çıkamadığımızı göstermiş oluruz ve yaptığımız anayasa da "yeni" olmaz.

Yapılacak yeni anayasada "değiştirilemez" maddeler konularak, gelecek kuşakların kendi anayasalarını yapmalarının önü kesilmemelidir.

Yerel inisiyatif geliştirilip,merkezin her şeye karar verme yetkisi ve yükü azaltılmalıdır.

Evet böylesi bir Yeni Anayasa ile  yaşanası bir Türkiye yaratmak mümkündür.Bu gün bir çok sorunun kaynağı olan mevcut anayasanın yerine demokratik bir Yeni Anayasa için talep etme hakkımızı kullanalım.


 Dünyaya eşit gelmeyebiliriz, ama anayasa ve yasalar önünde eşit olabiliriz.

4 Ocak 2016 Pazartesi

GÜLE, GÜLE BEBEK!

                                                   
       


"Hoş geldin bebek /yaşama sırası sende" demişti Nazım deden. Ama bu sefer onun dediği gibi bu dünyada senin yolunu "kuş palazı,boğmaca,kara çiçek...filan" beklemiyor. Sağlıkçı amcaların,teyzelerin bu hastalıklardan seni korumanın yolunu buldular...Ama anlamsız savaşlardan seni koruyamadılar...

"Şimdi senin yolunu,tren kazası,uçak kazası filan" dan önce, coğrafyandaki savaşlardan kaçırılırken azgın sularda bot kazası ve sahile körpe bedeninin vurması bekliyor...

"Hoş geldin bebek/ seni bekliyor işsizlik,açlık filan". Eğer Sur içinde,Silopi de,Cizre de, Suriye de,Irak da dünyaya geldinse; açlıktan, işsizlikten önce seni dinamitler,roket atarlar,keskin nişancılar bekliyor...

Diyarbakır da doğduysan bebek, Anzele de (ayn-ı-zülal) yüzüp,Haram Sudan atlayıp, Erbedaş da aşk türküleri söylemeyi aklından geçirme! Şimdi o sulara senin de kanını karıştırdılar...

Sen ancak anne karnında gezebildin  Aşefçiler Çarşısını,Çarsiya Şewitiyi...

Artık Dört Ayaklı Minareyle Surp Giragos Kilisesinin yan,yana durmaları barış olduğu anlamına gelmiyor...O yerlerin duvarlarında Tahir Elçilerin,Kürtlerin,Türklerin,Arapların kanları var...

Ölenlerin üzerindeki kıyafetlerin önemi yok bebek! Ölümün,kanın iyisi yoktur! Ölüm,ister Diyarbakır küçelerinde,ister dağların kuytuluklarında gelsin,sadece düştüğü yeri değil de,hepimizi yakar ise belki barış  galip gelir...Bizler bunu beceremedik bebek!

"Hoş geldin bebek"...Senin yolunu "sosyalizm,komünizm filan" da beklemiyor...Güneşin fethine çıkan bizler yenildik bebek...Senin yolunu savaşlar, kaoslar,ölümler bekliyor...Sana yaşanabilir bir dünya bırakamadık,senden önce barışı öldürdük...

Sen Diyarbakırlı bebek; sana bu kadim şehrin tarihi dokusunu da bırakamadık...Evli Beden de,Ben-ü-Sende,Kuş Pini yok artık;Tanklar, toplar,hendekler,barikatlar var.

Evsel Bahçelerinde,On Gözlü Köprüde,Kırklar Dağının Düzünde Celal Güzelses'ten türküler dinleyip,sevdalanmayı konuşacak durum kalmadı bebek.Ölüme dair türküler söyleniyor artık... 

Sana barış zamanının Diyarbakır'ını yaşatamadık ya!  Seni davul-zurna ile "buke","zava" yapamadık ya! Çok hayıflanıyorum bebek.

Sen ki;Ahmet Arif'in yeğenisin Adiloş Bebek...Belki de onun evinin önünde vurdular seni...Bütün utancımızla sana güle,güle diyoruz Adiloş Bebek!

"Seni baharmışsın gibi düşünüyorum
Seni Diyarbekir gibi
Nelere,nelere baskın gelmez ki

Seni düşünmenin tadı"