29 Temmuz 2015 Çarşamba

ZOR OLAN ÖLDÜRMEK DEĞİL YAŞATMAKTIR...

Ortadoğu'da,Türkiye'de bu günlerde yaşananları takip etmekte ve yorumlamakta güçlük çekiyoruz. Bu kadar az veriyle bu kadar büyük olguları değerlendiremiyor(um)uz...Her şey sorularda kalıyor...

mesela; Neden iktidar yada iktidarlar Kürtlerin ulusal demokratik haklarını  pazarlık konusu yapıyor? Ve neden Kürtlerin ulus olmaktan kaynaklı haklarını sadece PKK ile görüşüyor? Silahları ve silahsızlanmayı konuşmayı anlarım ama, olması gereken bir şeyi, bir ulusun hak ve hukuklarını neden pazarlık konusu yapılıyor? Neden PKK tek başına Kürtlerin temsilcisi konumuna yükseltiliyor? 
HDP ye yakın bir Diyarbakırlı iş adamına soruyorum " 80 milletvekili ile TBMM de temsil ediliyorken PKK neden silahlı güçlerini Türkiye'den çekmiyor,ve demokratik-yasal zeminlere inmiyor" Cevabı ilginç. " PKK Kürtler arasındaki örgütlülük bağlarının güçlülüğüne güvenmiyor. Silahları tepelerinden çektiğinde, onları özgür bıraktıklarında şu andaki desteklerini kaybedeceklerini hissediyorlar"... Düşünmeye değer mi?... Değer.

Neden insan yaşamı heba edilmeden çözüm üretilemiyor? Burada iktidarlar,muhalefet,PKK ve bizler sorumlu değil miyiz? Enerjimizi sorunu çözme yerine düşmanlık yaratmaya harcamıyor muyuz? Kırk yıllık arkadaşım soruyor " Bu gün PKK bizim (TKP) geçmişte Kürt sorunu konusunda  savunduğumuz şeyleri savunuyor, neden HDP içinde çalışmıyoruz" Arkadaşa dedim ki" hatta Kürt sorunu konusunda bizim savunduğumuz şeylerin gerisindeler...Biz ayrılma hakkını da savunuyorduk...Aynı şeyi savunmak,istemek önemli ama istediğimiz şeye hangi yolla ulaşacağız...Amaç kadar amaca ulaşılması için izlenen yol ve yöntemde önemlidir...Bir çocuğa matematiği dayakla da  öğretebilirsin,sevdirerek de...sorun burada" Zor olan öldürmek değil, yaşatmaktır...






22 Temmuz 2015 Çarşamba

Primum non nocere

Primum non nocere.......Önce zarar verme !

TERÖR

TERÖR KİMDEN GELİRSE GELSİN,NE AMAÇLA YAPILIRSA YAPILSIN KINAMAK,KARŞI KOYMAK BİR İNSANLIK GÖREVİDİR...HERKES BİRİ BİRİNİN HASSASİYETLERİNE ÖZEN GÖSTERMELİDİR...DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ ;BAŞKALARININ HASSASİYETLERİNE (DÜŞÜNSEL,İNANÇSAL,KİŞİSEL) HAKARET ETMEK DEMEK DEĞİLDİR...TERÖRÜ KINARKEN YENİ BAŞKA TERÖRLERİ DAVET EDEN YÖNTEMLERDEN UZAK DURMAK BİR SORUMLULUKTUR...ÇOĞU İYİ NİYETLE YAPILAN KINAMA BİÇİMLERİNİN TÜRKİYE'NİN KARIŞMASINA VE BUNDAN MEDET UMANLARIN EKMEĞİNE YAĞ SÜRMESİNE YARDIMCI OLMAMALIDIR...

DÜŞÜNÜYORUM

          Şöyle düşünüyorum;
Güzel "şey"lerin insanı etkilemesi ve insanın ondan esinlenmesi çok doğal. Asıl önemli olan,doğru bulduğumuz o "şey"leri ne kadar içselleştirip,ne kadar yaşam biçimi haline getirdiğimizdir... Sadece doğru bulduğumuz ve hoşumuza giden "şey"leri paylaşmak,kendimizden bir yorum katmamak,bizi kolaycılığa götürebilir. Yani; genellemelerle yaşamak, birey olmamızın ve yaratıcılığımızın önünde birer engele dönüşebilir...

BIKKINLIK..

BIKKINLIK......doğrusu insanların karşısındakini değerlendirme kriterinin salt ideolojik-siyasi bakış tarzı olmasından bıktım...nasıl hareket edeceğimize,ne yeyip ne içeceğimize müdahale edilmesinden bıktım...tüm geçmişteki anıların sadece siyasi anılarla sınırlandırılmasından bıktım...kendisi gibi düşünmek zorundaymışım gibi yaklaşımlardan bıktım...yaftalanmaktan,bir kalıba sokulmaktan bıktım...şabloncular-dan, taraftarlardan,amigolardan bıktım...beynini askerlikteki gibi komutanlara teslim eder gibi siyaset yapanlardan ve diğerlerini de öyle davranmaya zorlayan yaklaşımlardan bıktım...hoşlarına gitmeyen bir tek tutum ve davranışına bakıp, tüm diğer güzel yanlarınızı silen anlayışlardan bıktım...ÖZLEDİM....olduğum gibi görülmeyi özledim...siyaset dışında da güzelliklerin olabileceğini görülmesini özledim...dağları.dalgaları.kuşları,çocukları,çiçekleri özledim...türküleri,sazları.ozanları,şiirleri,romanları paylaşmayı özledim...heykelleri,resimleri,tiyatroyu,sinemayı konuşmayı özledim...her renkte bakan gülen gözlere bakmayı,her notada sevgi fısıldayan sesleri dinlemeyi özledim...umarsız,çıkarsız uzanan elleri özledim...televizyonlarda yaralı köpeği acil servise taşıyan çocuğun haberlerini özledim...insani köşe yazılarını özledim...yargılamayan arkadaş gibi arkadaşları özledim...anamı, özledim...ak tülbentiyle namaz kılan,1 mayıslarda elimden tutan anamı özledim...abimin sarhoşluğunu,ablamın merhametini özledim...eşimi,kızımı,torunumu,Ongun Candaşımı özledim...Nesim'i ye sormuşlar... "YARİN İLE HOŞ MUSUN"     iyi ki de sormuşlar...HOŞ OLAYIM, OLMAYAYIM O YAR BENİM KİME NE?

SEÇİM SONUÇLARININ GÖSTERDİKLERİ

                                     SEÇİM SONUÇLARININ GÖSTERDİKLERİ
Bu tablo; Darbeci anlayışlara, iktidarların demokratik yollarla da değiştirilebileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Bu tablo; Muhalefet partilerine kedi, trafo, oyların çalınması gibi iddialara sığınmak yerine projeler üretmenin daha doğru olacağını göstermesi bakımından önemlidir
Bu tablo; , Katılımın yüksek olması, her partinin seçim sonucunu sağduyu ile karşılaması bakımından demokratik tutumun doğruluğunu göstermiştir.
Bu tablo; Tek adamlılığın kabul görmediğini göstermiştir.
Bu tablo; Kürtlerin olaylara sadece dini gözlüklerle bakmadığını, ulusal duygularının ve hassasiyetlerinin de karar vermede çok önemli olduğunu göstermiştir. (Mısırlı Esma’ya ağlayıp, Roboski’de özür dilememeyi, Kobani düştü düşecek deyip İŞİD’i çok sonraları terörist ilan etmeyi, Elvan’a yuh çektirip Börü’ye Fatiha okumayı, Kürt Sorunu yoktur deyip Selahattin’i eli kanlı ilan etmeyi, masayı devirmeyi Kürtlerin affetmediğini göstermiştir.)
Bu tablo; Kürtler, hükumetin Kürt sorunu konusunda tüm Cumhuriyet Hükumetlerinden daha fazla adım atmasını ödüllendirmiş, aynı hükumeti işi ağırdan alma ve yaralayıcı dil kullanma durumunu da affetmediğini göstermiştir.
Bu tablo; Halkın demokratik hakkını kullanırken diyalog yerine orantısız güç kullanılmasını onaylamadığını göstermiştir.
Bu tablo; Halkın ekonomi kadar demokrasiyi de önemsediğini göstermiştir.
Bu tablo; Partilerde farklı düşüncelerin olabileceğini ama bunun kendi bünyesi yerine kamuoyu önünde tartışmanın o partiye zarar verdiğini göstermiştir.
Bu tablo; Demokratik temayüller göz ardı edildiğinde bir birine taban tabana zıt olan görüşlerin bir araya gelebileceğini göstermiştir.
Bu tablo; Seçmenin tüm partilere demokrasi, insan hakları, adalet, çevre konularında duyarlı olursanız yanınızdayız mesajı vermiştir.
Bu tablo; Halkın dün de bugün de göbeğini kaşıyan , makarnaya, kömüre oyunu satan bir halk olmadığını göstermesi ve kendisine oy vermeyenleri aptal kabul eden anlayışlara ders vermesi bakımında önemlidir.
Bu tablo; Halkın her zaman olduğu gibi aydınlardan daha ilerde olduğunu göstermiştir.
Bu tablo; Halkın mitinglerden daha çok mitinglerde söylenenlerin gerçekçi olup olmadığına baktığını, hayali vaatlere kanmadığını göstermiştir.
Bu tablo; Temsil ve aidiyet konusunda halkın duyarlı olduğunu göstermiştir.
Bu tablo; Halkın medya ve sanal alemden daha çok karşısındakini bire bir temasla daha iyi anladığını göstermiştir.
Bu tablo; Heyecan yaratan söylem ve projelerin rüzgarı yakalamaya daha çok yardımcı olduğunu göstermiştir.
Bu tablo; Halkın başkasının yaşam tarzı ve tercihlerine müdahale edilmesine, aşağılanmasına rıza göstermediğini kanıtlamıştır.
Bu tablo; İnsanların mensubu olduğu ırkların, dinlerin bir aşağılama unsuru olarak kullanılmasına tepkili olduğunu göstermiştir.
Bu tablo; Ülke yönetilirken, mezhepsel yaklaşımların yanlışlığını göstermiştir.
Bu tablo; Seçilmiş yöneticilerin sadece kendilerine oy verenleri değil, tüm halkı kucaklamaları gerektiğini göstermiştir.
Bu tablo; Geçmişte PKK karşıtı olan Kürtlerin devletin tutum ve davranışları nedeniyle PKK taraftarı olmaya yöneldiğini göstermiştir.
Bu tablo; Bir liderin partisinin aldığı kararları hiçe sayıp kendi kararını uygulamasının (Hakan Fidan, Merkez Bankası, Diyanet İşleri Başkanı, Gezi Olayları, Heykel Olayı, Dolmabahçe Mutabakatı… vb.) kırılmalar yarattığını göstermiştir.
Bu tablo; Liderlerin köşe yazarı, medya patronu, program yapımcısı, müzisyen, tiyatrocu gibi insanlarla birebir polemiğe girmesinin onaylanmadığını göstermiştir.
Bu tablo; yolsuzluk iddialarını görmezden gelip yolsuzlukla suçlanan kişilerin baş tacı yapılmasının halkta iyi intibah bırakmadığını göstermiştir.
Bu tablo; Halkın hükumetlerin yanlışlarına ve yıpranmışlıklarına rağmen ülkedeki sorunlara doğru çözümler üretemeyen muhalefete pirim vermediğini göstermiştir.
MEVCUT TABLOYU OKUMAK ÖNEMLİ,DAHA DA ÖNEMLİSİ, BU TABLOYA BAKIP GELECEKTEKİ TABLOYU ÇİZEBİLMEKTİR…


TORUN

            C
anım torunum Candaş'ın doğum gününden.... Tüm çocuklara güzel bir dünya dileğiyle uzun ömürler
 — Müzeyyen Dağcı ve 3 diğer kişi ile birlikte.

21 Temmuz 2015 Salı

PİLAVDAN DÖNENİN KAŞIĞI KIRILSIN


                                           PİLAVDAN DÖNENİN KAŞIĞI KIRILSIN
Siyaset, günlük olaylar içinde boğulmadan mevcut durum içinden ileriyi görmeyi ve ona göre politika üretmeyi gerektirir. Mevcut tabloya bakıldığında bir paradoks var gibi gözükebilir. PKK bir taraftan silahlı güç sayısını arttırmaya çalışıyor, diğer taraftan silahları bırakma görüşmeleri yapıyor… Bir çelişki gibi gözüken bu duruma derinlemesine bakabilmeliyiz. Evet ! PKK bir taraftan silahlı güçlerini arttırmaya çalışıyor, diğer taraftan seçimlere( cumhurbaşkanlığı, milletvekilliği, belediyeler) asılıyor…Devletle pazarlıkta her iki argümanı da elinde bulundurmak istiyor olabilir…. Seçimlere asılması, parlamenter yolları esas almaya niyetli olduğunu göstermesi bakımından güçlü bir emaredir. Diğer taraftan çözüm süreci çerçevesinde görüşmelere oturması, 30 yıllık savaşın çözüm getiremeyeceği gerçeğini görmüş olmalarını düşündürüyor. Bu aynı zamanda birlikte yaşama iradesini ifade ediyor… Aksi taktirde ayrılmayı hedef alanlar silahlı mücadele dışında bir yola tevessül etmezlerdi…Burada en çok da devletin bu niyetleri okuması, sonuç çıkarması gerekiyor…Masa devirerek değil, masayı genişleterek ilerleme sağlanacağını görmesi gerekiyor…Çözüm sürecine parlamentodaki tüm partilerin çekilmesi arzu edilen bir durumdur…MHP’nin kimi yumuşamalar göstermesi, CHP’ nin sürece katkı sunması AKP ve HDP nin tutumuna bağlıdır. AKP nin masayı devirmesi ne kadar yanlış ise, HDP nin de AKP ile asla, demesi bir o kadar yanlıştır… HDP/PKK her şeye rağmen AKP ile kat edilen yolu küçümsememeli, çözüme en yakın duran partinin kim olduğunu iyi görmelidir…Şu anda CHP’nin de olumlu şeyler söylemesi demokratikleşme adına umut verici ve bu fırsat kaçırılmamalı.
Yani seçim sonrası tüm partilerin, içinde yeni anayasa, çözüm süreci başta olmak üzere bir çok sorunun olduğu pilavın başına oturmaları gerekiyor… Türkiye halkları pilavdan dönenin kaşığını kıracaktır.

ÇOCUKLARIMIZ...

Mesele çocuklarımız, kadınlarımız, kısacası mesele insan yaşamı ise ideolojileri, milliyetleri bir kenara bırakmak gerekmiyor mu? Kobani de yavrularına anaç tavırla sahip çıkan bir Kürt annenin yanında olmak yada olmamak insanlığımızı belirleyen turnusol kağıdı olacaktır

1985 DİYARBAKIR CEZAEVİ

1985 Diyarbakır 5 No'lu cezaevinde dr Mehmet Burbut ile

S U R U Ç

KANDAN BESLENENLERE LANET OLSUN !!!!! YAŞAMI SAVUNMAYA DEVAM !!!!!

KOALİSYON

                                                         KOALİSYON


Beni, kimin kimle koalisyon kurmasından daha çok, kurulacak hükumetin programı ilgilendiriyor…Hangi hükumet kurulursa kurulsun, her zaman barıştan, insan haklarından, demokrasiden yana taleplerimizi öne çıkarmak, yeni bir anayasa ve bu anayasanın içeriğini tartışmak, herhangi bir partiye düşmanlık yapmak yerine, ülkenin kronikleşmiş sorunlarının çözümünü gündemde tutmak, oluşturulacak kamuoyu ile onların demokratik yöne doğru evirilmelerinde rol oynamak daha doğru tutum gibi geliyor bana.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

İŞKENCE GÜNLERİNDEN NOTLAR/ DİYARBAKIR-13

direniş sonrası beni yeniden 34. koğuşa verdiler...burası cezaevinin en büyük koğuşu...100 civarında kişi kalıyor...bizim arkadaşların büyük çoğunluğunu da buraya verdiler...Şefik Tunç,Şerif Bayram,Ömer Ağın,Müslüm Coşkun,Zekeriya Klıçkap,Kenan Akgün,Selçuk Oktay,Erdem Gencan.Zeki Görgün,Nevzat Temel.İzzettin Erkoç,Nebi Aktaş...daha sonra Haşim Çim ve Isfendiyar Eyyüpoğlu geldiler(ismini hatırlayamadıklarımdan özür dilerim)...Haşim'in gelişi ile ilgili konuya tekrar döneceğim...
diğer görüşlerin de önde gelen isimlerini bu koğuşa vermişlerdi...bu isimleri sonraki e-maillerimde yazmaya çalışacağım...hatta;yüzbaşı Abdullah Kahraman koğuşa geldiği bir günde "ben sizleri özellikle yan,yana koydum ki,birbirinizi yiyesiniz.siz dalaşmadan,tartışmadan duramazsınız" demişti.
doğrusu yüzbaşı ne düşünürse düşünsün,bizler için çok iyi bir ortam olmuştu...hem sadece isim olarak bildiğimiz ve bizleri isim olarak bilen, hem de daha önceden tanıdığımız,diyalogumuz olmuş bir çok siyaset adamı ile birlikte olma şansını yakalamıştık...ayrıca bizim davadan da bu kadar kalabalık arkadaşla ilk defa bir aradaydık...bu durum;hem kendi arkadaşlarımız arasında yeniden bir diyalog kurma olanağı sağladı,hem de diğer görüşlerdeki arkadaşlar ile bir birimizi daha yakından tanıma fırsatı doğurdu...
hemen koğuş yönetimi için bir komite oluşturuldu...TKP adına arkadaşlar beni önerdiler...bu komite;temizlikten-yatma saatine,idareyle ilişkilerden-ortak komünün yönetimine kadar bir dizi kararlar alarak yaşama geçirmeye çalıştı...önemli bir görevdi;aksi taktirde her kafadan bir ses çıkacak ve koğuş çekilmez hale gelecekti...bir başka tehlikeyi de önlemiş oluyorduk:daha önceki direniş sonrası kimi kişilerin sorumsuz davranışları idarenin ekmeğine yağ sürmüş,kazanımlarımıza el koymaya bahane yapılmıştı...mahkemelere,ziyaretlere gidiş-gelişlerde,askerlerle diyaloglarda daha sorumlu davranılması konusu sık,sık uyarılarak kazanımlarımızın heba edilmesine müsaade edilmemesi konusunda çok titizlik gösterildi...
televizyon,gazete,kitap gibi önemli olanaklara kavuşmuştuk...gazetelerdeki kitap evi adreslerini alarak hepsine mektup yazdım,kitap istedim...hemen hepsinden olumlu yanıt aldım ve koliler dolusu kitaplar gönderdiler...bir arkadaşı kütüphane sorumlusu yaparak,kitapları kim hangi sırayla okuyacağını belirlemesini kararlaştırdık...bu arada ilginç şeylerde oluyordu:PKK davasından yargılanan Mehmet diye bir arkadaş vardı...bu arkadaş,Türkçeyi ve okuma yazmayı içeride öğrenmişti...kitabın isminden olacak;SavaşVe Barış kitaplarını okumaya ilk talip olan ve adını ilk sıraya yazdıran arkadaş oldu...onun o hızla kitabı bitirmesi bir kaç yılı alırdı...kendisini ikna ettik ve Orhan Kemal'in Bir Filiz Vardı kitabıyla başlamasını sağladık...TKP gurubu olarak bizler kimi kitapları ortak okuyor,tartışıyorduk...Serol Teber'in İnsan Nasıl İnsan Oldu kitabı da bunlardan biriydi...genellikle kitabı Selçuk Oktay okurdu...Ömer Ağın da sorularıyla en çok Selçuk’la tartışırdı...PKK’lı arkadaşlardan kimileri de(İdris Güzel,Medeni Çelik gibi) bizim eğitimlerimize katılmak istediler ve katıldılar...bizlerle ikili sohbetlerde de sürekli ekonomi politik,diyalektik ve materyalizm konularını açarlardı...bizlerin teorik birikimimizden yararlanmak istediklerini söylerlerdi...
bu arada arkadaşların ne kadar yaratıcı olduklarına da şahit oluyorduk:Nevzat Temel hamuru,formika tutkalını,tükenmez kalem boyalarını karıştırarak tam bir seramik görünümünde satranç taşları yaptı...koğuşta müsabakalar düzenledik...televizyonumuz tek kanal çekiyordu...bir arkadaş sigaranın içindeki jelatinleri biri birine yapıştırdı,duvardan yukarıdaki pencereye kadar getirdi,burada bir geniş bakır kaba bağladı...artık televizyonumuz Arap televizyonlarını da çekiyordu...haberleri oradan izlerdik(Arapça bilen arkadaşlar çevirirdi)...Mehdi Zana terzi olduğu için eski kot pantolonlarımızdan,dışarıdaki çocuklarımıza çanta yapar,üzerine nakışla isimlerini yazardı...kızıma yaptığı çanta hala evde ve içinde gönderdiğimiz mektuplar ve kendimizin çizip(çok güzel çizen arkadaşlar vardı) yolladığı kartpostallar saklı...naylon çorap ipleri sökülüp kıvrıldı,paspas sopası yontuldu,deterjan kovası uygun hale getirilip birleştirildirortaya güzel bir saz çıktı...türküler,halaylar bu saz eşliğinde dile geldi...zeytin çekirdekleri mükemmel tespihlere dönüştü...üzümler,hoşaflar şaraba... yaratıcılığın sınırı yoktu...görüşmek
her ne kadar konu başlığı işkence sözcüğünü içermesine rağmen,artık işkencesiz günler yaşıyorduk...yaşamımız bîr düzene girmeye başlamıştı...düzenli okuyor,diğer görüşteki arkadaşlarla düzeyli tartışmalar yapıyor,spor ve temizlik işlerini belli kurallara bağlamıştık...
diğer görüşlerin önde gelen isimlerinden hatırladıklarımı sıralamaya çalışayım.PKKrBişar Akbaş(tahliyeden sonra öldürüldü),İdris Güzel,Medeni Çelik(tahliyeden sonra öldürüldü),Maşallah Öztürk Metin Değer...TİP:Dr.Erhan Barut...DDKD:Şakir Tutal(genel başkan),İsmail Mütevellizade,Nezir Çetin(genel sayman),Vedat Aydın,Mustafa Kambal, Erdem Gencan(DDKD genel sekreteri iken ayrılarak bize geçmişti) ...ÖĞÜRLÜK YOLU:Nazif Kaleli,Ahmet Korkmaz,Dr.Bozan Erdem...Rızgari:Mümtaz Kotan,Ruşen Aslan,Recep Maraşlı...Alarizgari:Yusuf Andiç,Adnan Bingöl,Yusuf Ziya Topal,Cabir Yoldaş...ve Mehdi Zana...
bu kişilerin içinde Bişar Akbaş ve Recep Maraşlı 54 gün ölüm orucunda kalmışlardı...direnişin anlaşmayla sonuçlanmasından sonra belli bir süre hastanede tedavi görüp bizim koğuşa gelmişlerdi...beraber ölüm orucuna başladıkları arkadaşlardan Orhan Keskin hayatını kaybetmiş,kendileri de kaybetmek üzereyken anlaşma olmuştu...hastanede ailelerini,çocuklarını yanlarına getirtip,ölüm orucunu bırakmaları konusunda baskı unsuru yaratmaya çalışan idare,bunda başarılı olmamıştı...bu konuyu daha sonra Bişar ile sohbet ettiğimizde şöyle diyordu "en zor animdi...ölmek üzereydim...küçük kızımı yanıma getirdiler...kızım,bacaklarıma sarılmış bizim için ölme diyordu...ben de, sizin için ölüyorum dedim"...hem Recep,hem de Bişar zor yürüyebiliyorlardı...görme yetilerini büyük oranda yitirmişlerdi...bizler,üç doktor bu arkadaşlara olanaklarımız ve bilgilerimiz ölçüsünde yardım etmeye çalıştık...koğuş olanaklarından özel beslenme diyetleri hazırlayıp,eksersizler yaptırdık...1984 yılından,tahliye olduğumuz 1986 baharına kadar böyle devam etti...bir hayli gelişme kaydettiler...
hepimize dışarıdan mektuplar geliyor...eşlerden,sevgililerden,çocuklardan...kimin eşi mektubunda nasıl hitap ediyor,arkadaşlar eşlerine nasıl hitap ediyor diye merak eder,başlıklara bakmaya çalışır,şakalaşırdık...en uzun mektubu Ayşe Çakmak ve Vildan Tunç yazıyordu...kendimizi hem moral,hem de beden olarak toparlamaya başlamıştık...biraz kilo aldığımı gören Şefik



Tunç beni şöyle tarif ederek takılırdı "Mıstık et parçalarını üst,üste koymuşlar sen ortaya çıkmışsın"...
Haşim Çim'in koğuşumuza gelişine değineceğim demiştim...işi başından almak gerekir...
Ayşe o gece sabaha kadar uyumadı, uyuyamadı...kendisine ulaştırılan,pelür kağıda yazılmış parti programını içeriye,yoldaşlara ulaştırması gerekiyordu...bu iş için aldığı kalın tabanlı terliğin tabanını çıkartıp,bıçakla oydu...parti programının yazılı olduğu kağıdı özenle oraya yerleştiriyor...tekrar kapatıp yapıştırıyor...çok sıkı aramanın olduğunu biliyordu...yakalanabilirdi...tekrar tutuklanabilirdi...bütün o işkence süreçlerini yeniden yaşayabilirdi...tüm bunları düşündü...öldürülen abisi Mehmet Çakmak'ı düşündü...meme kanseri annesini...partiyi düşündü...herkes adına,her şeye rağmen görevi başarmalıydı...sabah her zamankinden daha geç oldu...açık görüşe gitmek için evden çıktığında kalbinin hızlı çarptığını hissetti...Haşim ile ayakkabılarını değiştirmeleri gerektiğini,başlarında bekleyen askerlere rağmen nasıl söylemeliydi...ilk karşılaştıklarında,biri,birlerine sarıldıklarında kulağına söylemeliydi...evet,evet en doğrusu buydu diye geçirdi içinden...sevindi...sıra kendisine gelmişti...bacaklarının titrediğini sandı,baktı...hayır titremiyordu...tüm aramaları başarıyla geçti...görüşmenin yapılacağı salona girdiğinde kalbi her zamankinden daha fazla çarpıyordu...normal dedi kendi kendine...hem Haşim'e sarılacak,hem de önemli bir görevi yerine getirecekti...İşte! Haşim'i geliyordu...içerisi ana,baba günüydü...Haşim'e sarıldı ve ayakkabılarını değiştirmelerini söyledi... elleri,kural gereği masa üstünde olmak üzere karşılıklı oturdular...el,ele tutuştular...sevgi,özlem sözcüklerini sıraladılar...araya,askerin başka yere bakışını da fırsat bilerek, terliğin tabanında parti programının olduğunu sıkıştırdı...Haşim anlamıştı...seni seviyorum dedi ve masa altında ayakkabısını çıkararak Ayşe'ye doğru iteledi...Ayşe de aynısını yaptı...görüş bitmeden bu değişimi gerçekleştirmeleri gerekiyordu ve gerçekleştirdiler...ama korkuları bitmemişti...ya,ayakkabıları fark edilirse!..kadının erkek,erkeğin kadın ayakkabısı giydiği fark edilebilinirdi...görüşün bittiği anonsu yapılınca kalkıp
sarıldılar...ayrıldılar...geriye dönüp,arkalarından bakmadılar...dikkat çekici her şeyden uzak durmaları gerektiğinin bilincindeydiler...kokuları biri birlerinde kalarak uzaklaştılar...Haşim koğuşa,Ayşe cezaevi dışına ulaşmıştı...ama ikisinin de korkusu ve merakı önümüzdeki görüş gününe kadar devam edecekti...nitekim bir hafta boyunca bu korkuyu taşıdılar...tel örgülü görüş yerinde karşılaştıklarında çok rahatlamıştılar...bu konuda hiç soru sormadılar...sorun olsaydı görüşemeyeceklerini biliyorlardı...gönül rahatlığıyla ayrıldılar...Haşim,açık görüşten sonra hemen tuvalete girdi...terliğin çiftini de incelemeye başladı...sonradan yapıştırılmış olanı bulmakta zorluk çekmedi...tabanı ayırarak parti programını alıp,cebine yerleştirdi...çok heyecanlandı...hemen okumak istiyordu...yeni ne söyleniyordu...yatağına çekildi,okuduğu kitabın içine parti programını yerleştirerek okumaya başladı...defalarca okudu...kendi koğuşunda tekti...programı arkadaşlarına ulaştırmalıydı...ama nasıl?...arkadaşlarının büyük çoğunluğunun 34.koğuşta olduğunu biliyordu...o koğuşa gitmenin yollarını düşündü uzun süre...aklına bir düşünce geldi...denemeye karar verdi...yüzünde kronik yaralar vardı...bunu bahane ederek, kendisinin doktoru olan bir koğuşa verilmesini talep


edecekti...hem en bir dilekçe yazıp,idareye verdi...bu tutmaz ise başka yollan düşünecekti...talebirıin kabul edilme olasılığında programı nasıl taşıyacağını düşündü...terlikle götüremezdi...bayan terliği hemen dikkat çekerdi...koğuştan,koğuşa taşınırken ceket yakalarına kadar arandığını da biliyordu... kelebek romanı aklına geldi...hemen bir naylon parçası buldu...programı rulo yapıp,naylona sararak bağladı...dilekçenin cevabını beklemeye başladı...gardiyanın, hazırlanmasını haber vermesini duyunca çok heyecanlandı...zaten eşyalarını hep hazır bekletiyordu...acilen tuvalete girdi ve programı anüsüne yerleştirdi...hazırdı...koğuş arkadaşlarıyla vedalaşıp çıktı...34. koğuşun önünde sıkı bir aramadan geçti...direniş öncesi olsa anüsüne de bakarlardı...eğer öyle bir talep olursa çağırıp,bağırarak bizlere ulaşmayı planlamıştı...ama anüsüne bakmadılar...koğuş kapısı açılıp,içeri bırakıldığında kendisini kuş gibi hissetti...çok sevinçliydi...hem yıllardır görüşmediği arkadaşlarına kavuşmuş,hem de parti yaşamında çok önemli bir görevi başarıyla yerine getirmişti...
her şeyden habersiz bizler,koşarak Haşim'in etrafını sardık...hoş,beşten sonra beni kenara çekerek durumu anlattı...hemen tuvalete girmesini söyledim..."aman tuvalet deliğine denk getirme" diyerek de takıldım...Haşim haklı bir gururla tuvaletten çıktı...olayı bütün arkadaşlarımıza bildirdik.,.okuyup,tartıştık...diğer görüşlerin önde gelenlerine de okuttuk...büyük bir sükse yapmıştık...
1986 yılında tahliyemize kadar tüm arkadaşlarsam bir saygı,sevgi,sorumluluk içinde cezaevi günlerimizi tamamladık ve çıktık...çıktıktan sonra parti benle ilişki kurdu...sanırım diğer yoldaşlarla da...ama hiç bir zaman bana soruşturma ve cezaevi süreci sorulmadı...
tahliyeden sonra,Ali Haydar Üzülmez ile bir süre çalıştım...sonra Adımlar bürosu sorumluluğu,İsfendiyar başkanlığında Salih Şimşekle bölge komitesi üyeliği...birleşme süreci,TBKP merkez yürütme yedek üyeliği...
hepinize sevği ve saygılarımı iletiyorum.





merhabalar, ceza evi sonrası bazı notlar
Diyarbakır'da halen yaşayan TKP,İGD,İKD,BİRLİK-DAYANIŞMADA yer almış arkadaşlar olarak bazan eşli,bazanda eşsiz biraraya gelir sohbetler ederiz...Bunun güzel olan yanı;dün olduğu gibi bugünde biribirlerimize aynı sevgi ve saygıyla bağlı olmamızdır...08/11/2008 tarihinde de böylesi bir yemekte buluştuk..kimler katıldı yemeğe:Ali İhsan Çelik,Nevzat Güven,Aydın Atlı,Nevzat Temel,Necmettin Aydın,Cumali Eşsizoğlu,K emal Seçkin,İzzettin Erkoç,Fatih Binbay,Selçuk Ertekin,Ahmet Keskin,Suat Önen,Hüsnü Güzel, Ramazan Yakut.
Konu döndü dolaştı 'FIRTINADA YÜRÜYÜŞ' adlı Şeref Yıldız'ın kitabına geldi.Konuşmalar devam ederken küçük notlar aldım.Bu notlan sizlerle paylaşmak istedim.
       Yaşadıklarımızı yazmak,tanığı olduğumuz bir dönemi gelecek kuşaklara ve ilğili araştırmacılara aktarmak güzel ve doğru bir eylemliliktir..Ancak, yazarken doğruyu,enazmdan doğruya en yakını yazmak önemli ve mümkün...Şeref Yıldız da bu kitabı yazarken bir hayli emek vermiş,belleğini epeyi zorlamış..Ne varki.şu iletişim çağında,bu kitabı yazarken olayların canlı tanıklarına
başvurmaması,"sanırım","hafızam beni yanıltmıyorsa" vb sözcükleri sık sık kullanmasına neden olmuş ve birçok olay-kişi yanlış yada eksik aktarılmıştır.Ömeğin;bir hafta Diyarbakır'da kalsaydı yada telefon,imail gibi iletişim araçlarını kullansaydı:Çüngüş'ten Cumali,Dicle'den Ali hoca demek yerine,Cumali Eşsizoğlu,Ali Akgök diyerek daha zenğin aktarım yapılmış olmazmıydı?Gizli-saklı bir iş yapıyormuş gibi davranınca,olayın kahramanlarından bile saklanınca, geriye dönüşü,tamiri olmayan aktarımların ortaya ortaya çıkması kaçınılmaz olmuş...
       Hiç kimse bizleri eseri gibi görmemeli...
       Aslında Şerefe teşekkür etmek gerekir.Çünkü;bir anı kitabını yazarken bile gösterdiği performans bizleri yönetenleri daha yakından tanıma olanağı vermiştir...
       "Yukarıdaki"didişmeleri hayretle izliyoruz. Bizler,bu bölgede yarılan değerlerde büyük emekleri olanlar,hala biribirlerimizin gözlerine sevgiyle,saygıyla,dostça,gururla bakıyoruz...
       Operasyonlarda sorumlular bizler kadar,dönem i sağlıklı değerlendiremeyen,uygun politikalar üretemeyen ve olanakları rantabl kullanamayan yöneticilerimizin olduğu gözden kaçırılmamalı...
       Hepimizin kişisel hataları ve zaafları oldu.Dolayısıyla kimlerin daha az,kimlerin daha fazla zaafının olduğunu aktarmanın çok anlamlı olmadığı,bunun kime ne yara sağlayacağım bilemediğimizi...soruşturma sürecinde eksiklik ve hatası olmadan çıkan kimse olmamasına rağmen arkadaşlara yaklaşımda yanlı davranmasını anlayamadığımızı,hatalar anlatılırken asıl anlatılması gerekenin bizim başarılarımız ve yarattıklarımız olması geretiğini ifade etmek isteriz...
       Yine,dünyanın en zalimane hapishanelerinden sayılan Diyarbakır 5 nolu cezaevinde(52 kişinin öldürüldüğü) her arkadaşımız bulundukları koğuşlarda,kendisini ve taşıdığı ideolojiyi kahramanlar gibi temsil etmiş,örnek olmuşlardır...(İsfendiyar Eyyüboğlu'nun dediği gibi,hapishane sürecini yeterince anlatamayışımız eksikliğimizdir).Bir tek kişinin itirafçı olmaması,soruşturmadaki zaafların,partisine olan inanç ekskliğinden yada ona ihanet duygusundan değil;o korkunç işkencelere bir insan olarak dayanamamaktan kaynaklandığını görmemek haksızlıktır...
       Cezaevlerinde kaldığımız dört yıl boyunca parti yönetiminin,yurt dışındakilerin,Şeref Yıldız dahil,bizlere,ailelerimize madi,manevi,hukuksal hiçbir desteklerinin olmamasına rağmen bizleri eleştirmelerini değerli bulmuyoruz...
Bugün geriye baktığımızda,kimileriyle çalışmış olmaktan pişman olmuş olabiliriz ama,mücadelemizden pişman değiliz.Geçmişimize,mücadelemize,biribirimize saygı duyuyoruz..
Bu mücadelede birçok arkadaşımızı kaybettik...bu arkadaşlarımızı anmak, anlatmak bir vefa borcudur...kitapta unutulan arkadaşlarımız dahil,bölgemizde kaybettiğimiz tüm arkadaşlar anısına 5 Ocak 2005 te yaptığımız gecede hayattaki arkadaşları,kaybettiğim iz arkadaşların çocuklarını,tüm ailelerini bir araya getirerek,onları unutmadığımızı göstererek vefa konusunda da kimilerinden farklı olduğumuzu gösterdik...
Saygılarımla...
NOT:
Bu içerikteki konuşmaları Baki Kaymak'la yüz-yüze,Salih Şimşek'le telefonda paylaştık.

İŞKENCE GÜNLERİNDEN NOTLAR/ DİYARBAKIR-12

cennetimiz üç ay sürmüştü...1 ocak 1984 sonrası mahkemeye giden guruba eskiden olduğu gibi davranıyorlar...yine dayak,yine zorbalık...bu durum bütün cezaevine duyuruluyor...hücredeki arkadaşlar bir durum değerlendirmesi yapıyorlar ve 3 ocak günü ölüm orucuna başlıyorlar...bütün koğuşlar yine marşlar söylemeye,slogan atmaya başladı.„bu kez üzerimize daha vahşi ve kararlı gelecekleri yorumunu yapıyoruz...idare,bütün koğuşların pencerelerine yakın yerlere hoparlörler yerleştirip,Haşan Mutlucan'dan türküleri yüksek sesle çalmakla işe başladı...günler geçiyor,tedirgin bekleyişimiz devam ediyor..idare,anonslarla kurallara uymamız konusunda uyanlarda bulunuyor...bizler de sloganlarla karşılık veriyoruz...sonunda uyan dönemi bitiyor...askerler itfaiye hortumlarıyla koğuş kapılarına dayamyor...kapısına hortum dayanan koğuşlar ranzaları kapı arkalarına dayamaya başlıyor...elimizdeki erzakları dikkatli kullanmaya başlıyoruz...kişi başı iki bisküvi,iki zeytin dağıtıyoruz...pencerelerden bakıyoruz...karşıdaki koğuşa önce tazyikli su fışkırtıyorlar,sonra kapıları kırıp içeri giriyorlar...arkadaşlarımızın çığlıklarını,bağırtılarını duyuyor,pencerelere tutunanların teker,teker yere indirilişlerini görüyoruz...slogan atmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor...korkuyla,heyecanla sıradaki koğuşun hangisi olacağını tedirginlikle beklemeye başlıyoruz...koğuşları basılıp dışarı çıkarılanların başlarına nelerin gelebileceğini önceki direnişlerimizden biliyoruz...kimileri açlık grevine ya da ölüm orucuna gireceğim deyip koğuştan ayrılmak istiyorlar...bu yolu kaçış olarak kullanmak isteyenler var...Mehdi Zana bu kişilere bir ad buluyor..."doktor bunlar hortum hastalığına yakalanmışlar,tedavisi yok" diyordu...ama,kendini yakmak isteyenler de var...35. koğuştan böyle bir kararın çıktığı da söyleniyor...yani her koğuştan 2-3 kişi kendisini yakması istenmiş...benimle Mehdi Zana buna karşıydık...kaldı ki;yaşamım boyunca insan hayatı üzerine kurulan hiçbir politikayı benimsemedim,heves etmedim,ettirmedim de...bizim koğuşta da bir kişinin kendini yakma hazırlığında olduğunu görünce Mehdi Zana'ya haber verdim...Mehdi Ağabey Vahşetin Günlüğü adlı kitabında şöyle anlatmış"...oturdum.aradan 15 dakika geçmeden,Doktor Mustafa Dağcı yanıma geldi:xalo,bir arkadaş kendini yakmak için hazırlık yapmak üzere tuvalete girdi,dedi.gittim tuvalet kapısını açıp baktım.PKK Mardin grubundan Vahap Akın kağıt kartonları paçalarına ve koltuk altlarına yerleştiriyor...kim yakma emrini veriyorsa önce o kendini yakar...böyle saçma şey olmaz.bir daha görmeyeyim dedim"...bir koğuş diğer koğuşun önüne hortumların geldiğini görünce, arkadaşlar pencereye çıkarak onlara haber veriyorlar..."hevale,koğuşa bistü şeş,hortum hatu "... "arkadaşlar,26. koğuş, hortum geliyor"...sırayla bütün koğuşlar basılıyor,arkadaşlar en vahşi şekilde dışarı alınıyor



sloganlar,bağırtılar biri birine karışıyor...sıra bizim koğuşa gelmişti...hortumla pencerelerden su fışkırtmaya başladılar...penceredeki arkadaşlar birer,birer aşağı düşüyorlar...ranzaya çarpıp kafası kırılanlar var...kan kaybının önlenmesi lazım...hemen naylon çorap ipini büküp.normal dikiş iğnesinden geçiriyorum,yaralarını dikiyorum...her taraf su içinde...kapana kısılmışız,kurtuluşumuz yok...kimin başına ne gelecek,hangi yöntem işkencelerden geçeceğimizi bilmiyoruz...kim sağ kalacak,kim sakat kalacak bilmiyoruz...belki de kimi arkadaşlar yaşamlarını yitirecek,bir daha bir birimizi göremeyeceğiz...ve kapımız kırılıyor...içeri dalıyorlar...onlarca asker ellerinde kalaslarla bize saldırıyor...koğuş ana-baba günü...Duyguların,düşüncelerin yeri yok...bütün içgüdülerimizle kendimizi korumaya odaklanmışız...yaşama savaşı,ayakta kalabilme savaşı...teker,teker yerlerde sürüklenerek dışarı çıkartılıyoruz...ben Hikmet Tüysüz'e sarılmış yerde yatıyorum...bize geldiklerinde can hıran bağırıyorum "arkadaş beyin ameliyatı olduğundan yürüyemiyor"..bir taraftan sopalıyorlar,bir taraftan da arkadaşın koluna girmemi söylüyorlar...bu da iyi..Hikmet elini omzuma atıyor,ben beline sarılıyorum...sopalar eşliğinde dışarı çıkıyoruz...sırat köprüsünden geçeceğimizi biliyorum...Hikmet’i bırakmamalıyım;tek başına yürüyemez...ikimizi bir odaya alıyorlar...ölümü arzu edinceye kadar dövüyorlar...Yüzbaşı Abdullah'ın önüne getiriyorlar...35. koğuşun(hücre) önündeyiz...hücrelerin önündeki koridorda kıyamet kopuyor...yüzlerce asker kalaslarla arkadaşlara vuruyor...Yüzbaşı Abdullah bana dönerek "oğlum bak sen doktorsun,ne işin var onların arasında...analarını s....p hepsini öldüreceğiz...bir hastalar koğuşu oluşturayım,seni de yanlarına vereyim; hem mesleğini yap,hem rahat et" diyor...arkadaşlarım kan,revan içinde gözlerimin önünde,görüyorum...Mehdi Ağabeyi(Mehdi Zana) görüyorum...Arkadaşların üzerlerine sopalar yağmur gibi iniyor...yanıtım net oluyor "benim yerim arkadaşlarımın yanı,Mehdi Ağabeyin, yanıdır" diyorum..."vurun a...koyduğumun çocuğuna" der demez neye uğradığımı bilmeden yere düşüyorum...Hikmet'te düşüyor...onun sesini duyuyorum..."ben de direniyorum,ben de oraya gideceğim" diyor"...beni ondan ayırıp,sopalarla arkadaşların yanma atıyorlar...bu olayı Mehdi Zana kitabında şöyle anlatmış, "...bir ara yanıma baktım,bizim Mustafa Dağcı.Doktor ne oldu? niye sana saldırdılar? diye sordum. Doktorda: yüzbaşı bana koğuşa git dediğinde; ben Mehdi ağabeylerden ayrılmayacağım dedim.yüzbaşı kızdı siktir ibne vurun namussuza der demez beni tekme tokat yanınıza getirdiler,diye cevap verdi.Mustafa'nın çok dayak yediği her halinden belliydi.başından beri direnmede bizimle idi'...
1
40 hücrede tıka-basa dolu...daha fazla insan bırakmasınlar diye arkadaşlar asma kilitlerin içinde kibrit çöpü kırarak işlemez hale getirmişler...bizlere saldırıları onlar görüyorlar ve sürekli sloğan atarak destek olmaya çalışıyorlar...her halde dövmekten yoruluyorlar;bizleri o halde bırakıp gidiyorlar...yüzlerce insan kan revan içinde yerlerde sürünüyor...direnişi kazanacağımıza olan inançlarımız azalmaya başlıyor...tanışan arkadaşlar biri birimize destek olmaya,moral vermeye,almaya çalışıyoruz...tam bu sırada Mehdi Zana yüzündeki kanları eliyle silerek Kürtçe bir türkü söylemeye başladı...bu hepimize doping etkisi yaptı...sloganlarla,marşlarla yeniden toparlandık...üç,dört gün öyle kaldık...betonda yatıyoruz...tuvalet yok...bir şeyler yiyip- içmediğimiz için fazla ihtiyaç duymuyoruz ama,yinede gereksinimi olanlar çıkıyor...bir köşeyi tuvalet gibi kullanmaya başladık...üzerimizdeki giysilerden paravan yapıp,ihtiyacını gidermek isteyen arkadaşlara destek oluyoruz...
sonradan öğreniyoruz ki;bazı koğuşlardan kimi arkadaşları hamam denilen yere götürerek ayrı bir işkenceden geçirmişler...İsfendiyar Eyyüpoğlu ve Necmettin Büyükkaya da buraya alınıyor...ikisi de hastaneye kaldırılıyor...güzel insan,cezaevinin ve Kürdistan'ın popüler insanı,açık sözlü eczacımız Cemile'nin sevgili eşi,Eliya ve Serdirin biricik babaları Necmettin Büyükkaya yaşamını yitiriyor...bizler bunu daha sonra öğreniyoruz...
35. koğuşun koridor kısmında olan bizleri 36. koğuş denilen diğer bölümdeki hücrelere taşıdılar...ben üçüncü kattaki bir hücreye düştüm...Nazif Kaleli (tahliyeden sonra kaybettik) ile aynı hücredeyiz...en alt hücrelerde ölüm orucuna giren arkadaşlar var...30 gün,40 gün böyle geçiyor idare masaya oturmuyor...ölüm orucundaki arkadaşların dayanma güçleri bitiyor...adım,adım ölüme yaklaşıyorlar...onlara türküler söyleyerek destek olmaya çalışıyoruz...ölüm orucundaki arkadaşlar benden özellikle bir türküyü,hem de her gün isterlerdi..."mezarımı derin kazın dar olsun/altı çimen üstü lale bağ olsun/ben ölürsem o sevdiceğim sağ olsun".,.40.günlerden sonra arkadaşları hastaneye kaldırıyorlar...ölüm haberleri duymak istemiyoruz...ama yüreğimiz elimizde...45. gün...46. gün...yaşamlarını yitirmeseler bile,kalıcı sakatlıklar oluşacak...hücrelerden artık çıt çıkmıyor...her an kötü bir haber gelecek korkusuyla
kıvranıyoruz...50.gün...çocuklarını,annelerini,babalarını,eşlerini,kardeş lerini
hastaneye taşıyorlar... ikna etmek için, direnişi bırakmaları için... tedaviyi kabul etmiyorlar...belki bir saat sonra ölecekler...tedaviyi kabul etmiyorlar...en sevdikleri insanları bir daha görmeyecekler,yaşamın sonuna geldiklerini biliyorlar...tedaviyi kabul etmiyorlar...53. gün...artık Orhan Keskin ve Cemal Arat yaşamıyorlar...aramızda değiller..."Onlar" bizi terk ediyor..."Onlar" bizlerin daha iyi koşullarda yaşaması için,kendi yaşamlarını feda ettiler...onurlu bir cezaevi yaşamı için,işkencesiz bir cezaevi yaşamı için hayatının baharında akıl almaz bir direnme örneğiyle destanlar yaratarak bizleri bırakıp gidiyor...bu hepimizi çok üzüyor...ama beni daha çok üzüyor...karşı olduğum;insan hayatı üzerine kurulu bir yöntemle hayatlarını yitiriyorlardı...bu yöntemler denenmese de kazanacağımıza inananlardanım...idare öldürebilir ama,bizler kendimizi asla...idare pes ediyor...idare Orhan ve Cemal'in ölümünden bir kaç gün önce pes ediyor...ancak yazılı metin hastaneye geç gidince arkadaşlar kaybedilmiş olunuyor...tek tip elbise hariç bütün isteklerimizi kabul ediyorlar...Mehmet Şener yüzbaşıyla gelerek direnişin bittiğini ve anlaşma koşullarını anlatıyor...biraz buruk karşıladık...tek tip elbiseyi içimize sindirememiştik...nedenini şöyle anlattılar” dışarıda; bütün bu direniş ve ölümlerin tek tip elbise giymeme yüzünden çıktığını yaymışlar.biz böyle olmadığını göstermek için tek tip elbiseyi giymeyi kabul ettik"...bir gün daha uzamasının, 4,5 arkadaşımızı daha kaybetmemize neden olacağı kesin...hepimiz anlaşma koşullarını kabul ettiğimizi bildirdik...ölüm orucundaki arkadaşlar tedaviyi kabul ettiler...kalıcı arazlarla da olsa yaşayacaklardı...bizleri koçuşlara dağıtmaya başladılar...beni yeniden 34. koğuşa verdiler... bundan sonraki yaşamımız nasıl mı oldu? buluşmak üzere...

İŞKENCE GÜNLERİNDEN NOTLAR/ DİYARBAKIR-11

5 eylül 1983 günü, 5 nolu denilen Diyarbakır cezaevinde kalan bizler için önemli bir gündür...1 seneden fazla zaman oluyor ki;inanılmaz işkenceler altındayız...onurlarımız ayaklar altına alınmıştır...sağ olarak dışarı çıkma umutlarımız tükenmeye başlamıştı...
5 eylül günü her zamanki gibi uyandırıldık...hücrelerden işaretin hangi gün geleceğini bilmeden...sonra bir marş duyduk...bu bize öğretilip söyletilen 90 a yakın marşlardan değildi...Kürtçeydi...(birayen delal hun verin kurdino).(güzel kürt kardeşlerim gelin)...kulak kesildik:evet Kürtçey d i... koğuşlarda da direniş başlamıştı...hemen biz de aynı marşı söylemeye başladık...kulak kesiliyoruz;alttaki 4. koğuştan da geliyor marşımız...heyecanımız,sevincimiz artıyor...kulak kesiliyoruz;arkada ki 6.,7. koğuşların gür seslerini duyuyoruz...bütün cezaevinden marşlarımız yükseliyor...sevinçle biri birimize sarılıyoruz...bütün cezaevinden aynı slogan yükselmeye başlıyor:İNSANLIK ONURU İŞKENCEYİ YENECEKL.yüreğimizde bir uyanış,bir ayağa kalkış,bir dik duruş duyguları
fışkırıyor...korku,kararlılık,ürperti,sevinç hepsini bir arada yaşıyoruz...
marşları söylemeye devam ediyoruz; ama onların marşlarını değil, bizim marşlarımızı... eskisinden daha yüksek sesle söylüyoruz... sesimiz kısılıncaya kadar bağırarak söylüyoruz... sesimizi herkese duyurmak için bağırıyoruz... idareye duyurmak için, dışarıdaki ailelerimize duyurmak için, tüm Diyarbakır'a duyurmak için,Türkiye'ye,Dünya'ya duyurmak için bağırıyoruz...pencerelere tırmanıyoruz,karşıdaki koğuşların pencerelerindeki arkadaşlarla selâmlaşıyoruz...Kürtçe,Zazaca,Arapça her dilden haberleşmeler yapıyor,şiirler okuyoruz...bu kez kendimiz için ayaktayız...onurumuzu kurtarmak için ayaktayız...hepimiz biriz...hepimiz aynı renk,aynı boy,aynı yaştayız...hangi örgütten geldiğimizin,geçmişteki farklılığımızın,didişmelerimizin artık önemi yok...omuz-omuzayız,tek yüreğiz...ok yaydan çıkmıştır,geriye dönüş yok...ya onurlu bir cezaevi yaşamı yaratacağız,ya da eski düzene geri döneceğiz...kolay olmadığını.işin ucunda sakat kalmaların,ölümlerin olabileceğini geçmiş yıllardaki direnişlerden biliyoruz...idarenin nasıl davranacağını bilmiyoruz...bilmediğimiz için,planımız da yok...kaygıyla,merakla,korkuyla bekliyoruz...
nice sonra gardiyanın sesi duyuldu:"lan 5. koğuş!"...daha dün bu komutu duyduğumuzda;"emret komutanım!" diye hep bir ağızdan bağırırdık...şimdi sloganlarla,marşlarla yanıt veriyoruz...akşama doğru kapı açıldı,bir komando yüzbaşısının önderliğinde 15,20 sopalı asker
girdi koğuşa...bu yüzbaşı,Abdullah da,Ali Osman da değil...bu da gösteriyor ki;dışarıdan çok sayıda asker getirilmiş...işimizin kolay olmadığı belli olmuştu...yüzbaşı iki elinin ayasını birleştirerek konuşmaya başladı..."ben direnmeyeceğim,devletimden yanayım diyenler şu tarafa;ben sizin de, devletinizin de a...na koyayım diyenler şu tarafa" dedi...hepimiz a...na koyayım denilen tarafa geçtik..."vurun o..çocuklarım" diye emir verdi...bütün askerler,bütün kinleriyle saldırdılar...koğuş ana-baba günü...hepimizi haşat edinceye kadar dövdüler...yüzbaşı aynı soruyu tekrarladı...bizden de aynı yanıtı alınca çıldırdı...hepimizi koridora çıkardılar...bu sefer taktik başkaydı...biri birimizden güç alacağımızı düşünerek,teker,teker odaya almaya başladılar...onlarca sopa üzerinize iniyor ve
yapayalnızsınız...öldüreceklerine kesin gözüyle bakıyorsunuz...bir pelte gibi seni yüksek rütbeli subayların önüne çıkarıyorlar...aynı soruyu soruyorlar:direnecek misin,kurallara uyacak mısın?..bu vahşetten sonra direnmek kolay değil...ama başka çaremiz yok...tek silahımız direnmektir...direniyorum diyorsun,seni sopalar sağanağında bir koğuşa atıyorlar...koğuş dolmaya başlıyor...koğuş tıklım,tıklım oluyor...koğuşa sığılmıyor...herkes biri birine sarılıyor..çünkü;buradakilerin hepsi,o cehennemde,tek başlarına kaldıklarında bile,diğer arkadaşlarının nasıl karar aldıklarını bilmeden,direniyorum dediği için buradalar...bu mükemmel moral oluyor...kazanacağımıza olan inancımız
pekişiyor...direnmiyorum,kuralları kabul ediyorum diyenlerde çıkmıştı tabii...onlar da başka koğuşlara almışlar...

İdareden taleplerimiz neydi: 1.Askeri eğitime son verilsin.

2.Dayak ve işkencelere son verilsin

3.Mahkemelere, avukata görüşmeye çıkan insanlara işkence yapılmasın.

4.Ziyaret süreleri uzatılsın, ziyaretçilerimiz ile rahat konuşalım.

5.Mahkemeye çıkan arkadaşlara savunma için kağıt, kalem verilsin.

6.Bizleri doyuracak düzeyde yemek verilsin.

7.Kantinden istediklerimiz zamanında alınsın.

8.Gazete ve kitap verilsin

9.Her tutukluya bir yatak verilsin.

10.Haftada bir gün sıcak su ile banyo yaptırılsın.

11.Koğuş sorumlusunu koğuştaki tutuklular seçsin.

12.Cezaevinin sorunları için koğuş sorumluları ve idare 15 günde bir toplantı yapsın.

13.Ziyaretçi kabinlerinde gardiyan bulunmasın herkes ailesinin anladığı dille konuşsun.

14.Tutuklu için idarenin sınır olarak koyduğu 2 bin lira 10 bin liraya çıkarılsın

15.Revir 24 saat açık olsun, hasta olan arkadaşlarımıza anında müdahale edilsin.

16.Hasta ve Tüberküloz olan arkadaşların ilaçlarına kısıtlama yapılmasın.

17.Havalandırma süreleri uzatılsın.

18.Ayrı koğuşlarda olan baba, oğul, ağabey, kardeş ve akrabalar birbirleri ile görüştürülsün.

19.Tutuklular zorla itirafa zorlanmasın.

20.Avukatlarımız ile görüşmelerimizin süresi uzatılsın vb. insani isteklerdi.

Kaç gün sonraydı bilmiyorum,aynı yöntemle bizler o koğuştan da aldılar...beni 33. koğuşa getirdiler...burada, bizim davadan Nevzat Temel'i.Rauf Yanmaz'ı,Abdullah Azizoğlu'nu,DDKD den dr. Ahmet Beyik'i,Mehdi Zana'yı görünce sevindim...ölüm oruçları,açlık grevleri devam ediyordu...sanırım 17. gündü,hücrelerdeki temsilci arkadaşlar koğuşumuza gelerek müjdeli haberi verdiler...bütün isteklerimiz kabul edilmişti...biri birimize sarıldık,halaylalar çektik...bir kaç gün sonra bizi yine dağıttılar...bu sefer insana yakışır tavırla oluyordu...34. koğuşa getirildim...burası çok büyük bir koğuştu...aslında atölye olarak yapılmış...4 lerin kendilerini yaktığı koğuş...Mehdi Zana ve Nevzat Temel'le yine aynı koğuştayız...güzel günler başlamıştı...o

süründüğümüz,işkenceler gördüğümüz havalandırmalarda özgürce volta atıyor,sohbetler ediyorduk...gardiyanlara komutanım diye değil,asker diye hitap ediyorduk...kantinden sipariş ettiğimiz şeyleri alıyorduk...televizyonumuz vardı artık...gazetemiz vardı...koğuş yaşamı konusunda kendimiz ortak kurallar geliştiriyorduk...banyomuzdan görüşmelerimize,yemeğimizden mahkeme gidişlerimize kadar her şey istediğimiz gibi gidiyordu...peki ne zamana kadar? 1984 Ocak ayma kadar... vahşetin daha büyüğünün daha sonra geleceğini bilemezdik... Cennetimiz 3 ay sürmüştü...