15 Temmuz 2015 Çarşamba

İŞKENCE GÜNLERİNDEN NOTLAR/ DİYARBAKIR-12

cennetimiz üç ay sürmüştü...1 ocak 1984 sonrası mahkemeye giden guruba eskiden olduğu gibi davranıyorlar...yine dayak,yine zorbalık...bu durum bütün cezaevine duyuruluyor...hücredeki arkadaşlar bir durum değerlendirmesi yapıyorlar ve 3 ocak günü ölüm orucuna başlıyorlar...bütün koğuşlar yine marşlar söylemeye,slogan atmaya başladı.„bu kez üzerimize daha vahşi ve kararlı gelecekleri yorumunu yapıyoruz...idare,bütün koğuşların pencerelerine yakın yerlere hoparlörler yerleştirip,Haşan Mutlucan'dan türküleri yüksek sesle çalmakla işe başladı...günler geçiyor,tedirgin bekleyişimiz devam ediyor..idare,anonslarla kurallara uymamız konusunda uyanlarda bulunuyor...bizler de sloganlarla karşılık veriyoruz...sonunda uyan dönemi bitiyor...askerler itfaiye hortumlarıyla koğuş kapılarına dayamyor...kapısına hortum dayanan koğuşlar ranzaları kapı arkalarına dayamaya başlıyor...elimizdeki erzakları dikkatli kullanmaya başlıyoruz...kişi başı iki bisküvi,iki zeytin dağıtıyoruz...pencerelerden bakıyoruz...karşıdaki koğuşa önce tazyikli su fışkırtıyorlar,sonra kapıları kırıp içeri giriyorlar...arkadaşlarımızın çığlıklarını,bağırtılarını duyuyor,pencerelere tutunanların teker,teker yere indirilişlerini görüyoruz...slogan atmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor...korkuyla,heyecanla sıradaki koğuşun hangisi olacağını tedirginlikle beklemeye başlıyoruz...koğuşları basılıp dışarı çıkarılanların başlarına nelerin gelebileceğini önceki direnişlerimizden biliyoruz...kimileri açlık grevine ya da ölüm orucuna gireceğim deyip koğuştan ayrılmak istiyorlar...bu yolu kaçış olarak kullanmak isteyenler var...Mehdi Zana bu kişilere bir ad buluyor..."doktor bunlar hortum hastalığına yakalanmışlar,tedavisi yok" diyordu...ama,kendini yakmak isteyenler de var...35. koğuştan böyle bir kararın çıktığı da söyleniyor...yani her koğuştan 2-3 kişi kendisini yakması istenmiş...benimle Mehdi Zana buna karşıydık...kaldı ki;yaşamım boyunca insan hayatı üzerine kurulan hiçbir politikayı benimsemedim,heves etmedim,ettirmedim de...bizim koğuşta da bir kişinin kendini yakma hazırlığında olduğunu görünce Mehdi Zana'ya haber verdim...Mehdi Ağabey Vahşetin Günlüğü adlı kitabında şöyle anlatmış"...oturdum.aradan 15 dakika geçmeden,Doktor Mustafa Dağcı yanıma geldi:xalo,bir arkadaş kendini yakmak için hazırlık yapmak üzere tuvalete girdi,dedi.gittim tuvalet kapısını açıp baktım.PKK Mardin grubundan Vahap Akın kağıt kartonları paçalarına ve koltuk altlarına yerleştiriyor...kim yakma emrini veriyorsa önce o kendini yakar...böyle saçma şey olmaz.bir daha görmeyeyim dedim"...bir koğuş diğer koğuşun önüne hortumların geldiğini görünce, arkadaşlar pencereye çıkarak onlara haber veriyorlar..."hevale,koğuşa bistü şeş,hortum hatu "... "arkadaşlar,26. koğuş, hortum geliyor"...sırayla bütün koğuşlar basılıyor,arkadaşlar en vahşi şekilde dışarı alınıyor



sloganlar,bağırtılar biri birine karışıyor...sıra bizim koğuşa gelmişti...hortumla pencerelerden su fışkırtmaya başladılar...penceredeki arkadaşlar birer,birer aşağı düşüyorlar...ranzaya çarpıp kafası kırılanlar var...kan kaybının önlenmesi lazım...hemen naylon çorap ipini büküp.normal dikiş iğnesinden geçiriyorum,yaralarını dikiyorum...her taraf su içinde...kapana kısılmışız,kurtuluşumuz yok...kimin başına ne gelecek,hangi yöntem işkencelerden geçeceğimizi bilmiyoruz...kim sağ kalacak,kim sakat kalacak bilmiyoruz...belki de kimi arkadaşlar yaşamlarını yitirecek,bir daha bir birimizi göremeyeceğiz...ve kapımız kırılıyor...içeri dalıyorlar...onlarca asker ellerinde kalaslarla bize saldırıyor...koğuş ana-baba günü...Duyguların,düşüncelerin yeri yok...bütün içgüdülerimizle kendimizi korumaya odaklanmışız...yaşama savaşı,ayakta kalabilme savaşı...teker,teker yerlerde sürüklenerek dışarı çıkartılıyoruz...ben Hikmet Tüysüz'e sarılmış yerde yatıyorum...bize geldiklerinde can hıran bağırıyorum "arkadaş beyin ameliyatı olduğundan yürüyemiyor"..bir taraftan sopalıyorlar,bir taraftan da arkadaşın koluna girmemi söylüyorlar...bu da iyi..Hikmet elini omzuma atıyor,ben beline sarılıyorum...sopalar eşliğinde dışarı çıkıyoruz...sırat köprüsünden geçeceğimizi biliyorum...Hikmet’i bırakmamalıyım;tek başına yürüyemez...ikimizi bir odaya alıyorlar...ölümü arzu edinceye kadar dövüyorlar...Yüzbaşı Abdullah'ın önüne getiriyorlar...35. koğuşun(hücre) önündeyiz...hücrelerin önündeki koridorda kıyamet kopuyor...yüzlerce asker kalaslarla arkadaşlara vuruyor...Yüzbaşı Abdullah bana dönerek "oğlum bak sen doktorsun,ne işin var onların arasında...analarını s....p hepsini öldüreceğiz...bir hastalar koğuşu oluşturayım,seni de yanlarına vereyim; hem mesleğini yap,hem rahat et" diyor...arkadaşlarım kan,revan içinde gözlerimin önünde,görüyorum...Mehdi Ağabeyi(Mehdi Zana) görüyorum...Arkadaşların üzerlerine sopalar yağmur gibi iniyor...yanıtım net oluyor "benim yerim arkadaşlarımın yanı,Mehdi Ağabeyin, yanıdır" diyorum..."vurun a...koyduğumun çocuğuna" der demez neye uğradığımı bilmeden yere düşüyorum...Hikmet'te düşüyor...onun sesini duyuyorum..."ben de direniyorum,ben de oraya gideceğim" diyor"...beni ondan ayırıp,sopalarla arkadaşların yanma atıyorlar...bu olayı Mehdi Zana kitabında şöyle anlatmış, "...bir ara yanıma baktım,bizim Mustafa Dağcı.Doktor ne oldu? niye sana saldırdılar? diye sordum. Doktorda: yüzbaşı bana koğuşa git dediğinde; ben Mehdi ağabeylerden ayrılmayacağım dedim.yüzbaşı kızdı siktir ibne vurun namussuza der demez beni tekme tokat yanınıza getirdiler,diye cevap verdi.Mustafa'nın çok dayak yediği her halinden belliydi.başından beri direnmede bizimle idi'...
1
40 hücrede tıka-basa dolu...daha fazla insan bırakmasınlar diye arkadaşlar asma kilitlerin içinde kibrit çöpü kırarak işlemez hale getirmişler...bizlere saldırıları onlar görüyorlar ve sürekli sloğan atarak destek olmaya çalışıyorlar...her halde dövmekten yoruluyorlar;bizleri o halde bırakıp gidiyorlar...yüzlerce insan kan revan içinde yerlerde sürünüyor...direnişi kazanacağımıza olan inançlarımız azalmaya başlıyor...tanışan arkadaşlar biri birimize destek olmaya,moral vermeye,almaya çalışıyoruz...tam bu sırada Mehdi Zana yüzündeki kanları eliyle silerek Kürtçe bir türkü söylemeye başladı...bu hepimize doping etkisi yaptı...sloganlarla,marşlarla yeniden toparlandık...üç,dört gün öyle kaldık...betonda yatıyoruz...tuvalet yok...bir şeyler yiyip- içmediğimiz için fazla ihtiyaç duymuyoruz ama,yinede gereksinimi olanlar çıkıyor...bir köşeyi tuvalet gibi kullanmaya başladık...üzerimizdeki giysilerden paravan yapıp,ihtiyacını gidermek isteyen arkadaşlara destek oluyoruz...
sonradan öğreniyoruz ki;bazı koğuşlardan kimi arkadaşları hamam denilen yere götürerek ayrı bir işkenceden geçirmişler...İsfendiyar Eyyüpoğlu ve Necmettin Büyükkaya da buraya alınıyor...ikisi de hastaneye kaldırılıyor...güzel insan,cezaevinin ve Kürdistan'ın popüler insanı,açık sözlü eczacımız Cemile'nin sevgili eşi,Eliya ve Serdirin biricik babaları Necmettin Büyükkaya yaşamını yitiriyor...bizler bunu daha sonra öğreniyoruz...
35. koğuşun koridor kısmında olan bizleri 36. koğuş denilen diğer bölümdeki hücrelere taşıdılar...ben üçüncü kattaki bir hücreye düştüm...Nazif Kaleli (tahliyeden sonra kaybettik) ile aynı hücredeyiz...en alt hücrelerde ölüm orucuna giren arkadaşlar var...30 gün,40 gün böyle geçiyor idare masaya oturmuyor...ölüm orucundaki arkadaşların dayanma güçleri bitiyor...adım,adım ölüme yaklaşıyorlar...onlara türküler söyleyerek destek olmaya çalışıyoruz...ölüm orucundaki arkadaşlar benden özellikle bir türküyü,hem de her gün isterlerdi..."mezarımı derin kazın dar olsun/altı çimen üstü lale bağ olsun/ben ölürsem o sevdiceğim sağ olsun".,.40.günlerden sonra arkadaşları hastaneye kaldırıyorlar...ölüm haberleri duymak istemiyoruz...ama yüreğimiz elimizde...45. gün...46. gün...yaşamlarını yitirmeseler bile,kalıcı sakatlıklar oluşacak...hücrelerden artık çıt çıkmıyor...her an kötü bir haber gelecek korkusuyla
kıvranıyoruz...50.gün...çocuklarını,annelerini,babalarını,eşlerini,kardeş lerini
hastaneye taşıyorlar... ikna etmek için, direnişi bırakmaları için... tedaviyi kabul etmiyorlar...belki bir saat sonra ölecekler...tedaviyi kabul etmiyorlar...en sevdikleri insanları bir daha görmeyecekler,yaşamın sonuna geldiklerini biliyorlar...tedaviyi kabul etmiyorlar...53. gün...artık Orhan Keskin ve Cemal Arat yaşamıyorlar...aramızda değiller..."Onlar" bizi terk ediyor..."Onlar" bizlerin daha iyi koşullarda yaşaması için,kendi yaşamlarını feda ettiler...onurlu bir cezaevi yaşamı için,işkencesiz bir cezaevi yaşamı için hayatının baharında akıl almaz bir direnme örneğiyle destanlar yaratarak bizleri bırakıp gidiyor...bu hepimizi çok üzüyor...ama beni daha çok üzüyor...karşı olduğum;insan hayatı üzerine kurulu bir yöntemle hayatlarını yitiriyorlardı...bu yöntemler denenmese de kazanacağımıza inananlardanım...idare öldürebilir ama,bizler kendimizi asla...idare pes ediyor...idare Orhan ve Cemal'in ölümünden bir kaç gün önce pes ediyor...ancak yazılı metin hastaneye geç gidince arkadaşlar kaybedilmiş olunuyor...tek tip elbise hariç bütün isteklerimizi kabul ediyorlar...Mehmet Şener yüzbaşıyla gelerek direnişin bittiğini ve anlaşma koşullarını anlatıyor...biraz buruk karşıladık...tek tip elbiseyi içimize sindirememiştik...nedenini şöyle anlattılar” dışarıda; bütün bu direniş ve ölümlerin tek tip elbise giymeme yüzünden çıktığını yaymışlar.biz böyle olmadığını göstermek için tek tip elbiseyi giymeyi kabul ettik"...bir gün daha uzamasının, 4,5 arkadaşımızı daha kaybetmemize neden olacağı kesin...hepimiz anlaşma koşullarını kabul ettiğimizi bildirdik...ölüm orucundaki arkadaşlar tedaviyi kabul ettiler...kalıcı arazlarla da olsa yaşayacaklardı...bizleri koçuşlara dağıtmaya başladılar...beni yeniden 34. koğuşa verdiler... bundan sonraki yaşamımız nasıl mı oldu? buluşmak üzere...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder