cennetimiz üç ay sürmüştü...1 ocak 1984 sonrası mahkemeye
giden guruba eskiden olduğu gibi davranıyorlar...yine dayak,yine zorbalık...bu
durum bütün cezaevine duyuruluyor...hücredeki arkadaşlar bir durum
değerlendirmesi yapıyorlar ve 3 ocak günü ölüm orucuna başlıyorlar...bütün
koğuşlar yine marşlar söylemeye,slogan atmaya başladı.„bu kez üzerimize daha
vahşi ve kararlı gelecekleri yorumunu yapıyoruz...idare,bütün koğuşların
pencerelerine yakın yerlere hoparlörler yerleştirip,Haşan Mutlucan'dan
türküleri yüksek sesle çalmakla işe başladı...günler geçiyor,tedirgin
bekleyişimiz devam ediyor..idare,anonslarla kurallara uymamız konusunda uyanlarda
bulunuyor...bizler de sloganlarla karşılık veriyoruz...sonunda uyan dönemi
bitiyor...askerler itfaiye hortumlarıyla koğuş kapılarına dayamyor...kapısına
hortum dayanan koğuşlar ranzaları kapı arkalarına dayamaya
başlıyor...elimizdeki erzakları dikkatli kullanmaya başlıyoruz...kişi başı iki
bisküvi,iki zeytin dağıtıyoruz...pencerelerden bakıyoruz...karşıdaki koğuşa
önce tazyikli su fışkırtıyorlar,sonra kapıları kırıp içeri
giriyorlar...arkadaşlarımızın çığlıklarını,bağırtılarını duyuyor,pencerelere
tutunanların teker,teker yere indirilişlerini görüyoruz...slogan atmaktan başka
elimizden bir şey gelmiyor...korkuyla,heyecanla sıradaki koğuşun hangisi
olacağını tedirginlikle beklemeye başlıyoruz...koğuşları basılıp dışarı
çıkarılanların başlarına nelerin gelebileceğini önceki direnişlerimizden
biliyoruz...kimileri açlık grevine ya da ölüm orucuna gireceğim deyip koğuştan
ayrılmak istiyorlar...bu yolu kaçış olarak kullanmak isteyenler var...Mehdi
Zana bu kişilere bir ad buluyor..."doktor bunlar hortum hastalığına
yakalanmışlar,tedavisi yok" diyordu...ama,kendini yakmak isteyenler de
var...35. koğuştan böyle bir kararın çıktığı da söyleniyor...yani her koğuştan
2-3 kişi kendisini yakması istenmiş...benimle Mehdi Zana buna karşıydık...kaldı
ki;yaşamım boyunca insan hayatı üzerine kurulan hiçbir politikayı
benimsemedim,heves etmedim,ettirmedim de...bizim koğuşta da bir kişinin kendini
yakma hazırlığında olduğunu görünce Mehdi Zana'ya haber verdim...Mehdi Ağabey
Vahşetin Günlüğü adlı kitabında şöyle anlatmış"...oturdum.aradan 15
dakika geçmeden,Doktor Mustafa Dağcı yanıma geldi:xalo,bir arkadaş kendini
yakmak için hazırlık yapmak üzere tuvalete girdi,dedi.gittim tuvalet kapısını
açıp baktım.PKK Mardin grubundan Vahap Akın kağıt kartonları paçalarına ve
koltuk altlarına yerleştiriyor...kim yakma emrini veriyorsa önce o kendini
yakar...böyle saçma şey olmaz.bir daha görmeyeyim dedim"...bir koğuş diğer koğuşun önüne hortumların geldiğini görünce,
arkadaşlar pencereye çıkarak onlara haber veriyorlar..."hevale,koğuşa
bistü şeş,hortum hatu "... "arkadaşlar,26. koğuş, hortum
geliyor"...sırayla bütün koğuşlar basılıyor,arkadaşlar en vahşi şekilde
dışarı alınıyor
sloganlar,bağırtılar biri birine karışıyor...sıra bizim
koğuşa gelmişti...hortumla pencerelerden su fışkırtmaya başladılar...penceredeki
arkadaşlar birer,birer aşağı düşüyorlar...ranzaya çarpıp kafası kırılanlar
var...kan kaybının önlenmesi lazım...hemen naylon çorap ipini büküp.normal
dikiş iğnesinden geçiriyorum,yaralarını dikiyorum...her taraf su
içinde...kapana kısılmışız,kurtuluşumuz yok...kimin başına ne gelecek,hangi
yöntem işkencelerden geçeceğimizi bilmiyoruz...kim sağ kalacak,kim sakat
kalacak bilmiyoruz...belki de kimi arkadaşlar yaşamlarını yitirecek,bir daha
bir birimizi göremeyeceğiz...ve kapımız kırılıyor...içeri dalıyorlar...onlarca
asker ellerinde kalaslarla bize saldırıyor...koğuş ana-baba
günü...Duyguların,düşüncelerin yeri yok...bütün içgüdülerimizle kendimizi
korumaya odaklanmışız...yaşama savaşı,ayakta kalabilme savaşı...teker,teker
yerlerde sürüklenerek dışarı çıkartılıyoruz...ben Hikmet Tüysüz'e sarılmış
yerde yatıyorum...bize geldiklerinde can hıran bağırıyorum "arkadaş beyin
ameliyatı olduğundan yürüyemiyor"..bir taraftan sopalıyorlar,bir taraftan
da arkadaşın koluna girmemi söylüyorlar...bu da iyi..Hikmet elini omzuma
atıyor,ben beline sarılıyorum...sopalar eşliğinde dışarı çıkıyoruz...sırat
köprüsünden geçeceğimizi biliyorum...Hikmet’i bırakmamalıyım;tek başına
yürüyemez...ikimizi bir odaya alıyorlar...ölümü arzu edinceye kadar
dövüyorlar...Yüzbaşı Abdullah'ın önüne getiriyorlar...35. koğuşun(hücre)
önündeyiz...hücrelerin önündeki koridorda kıyamet kopuyor...yüzlerce asker
kalaslarla arkadaşlara vuruyor...Yüzbaşı Abdullah bana dönerek "oğlum bak
sen doktorsun,ne işin var onların arasında...analarını s....p hepsini
öldüreceğiz...bir hastalar koğuşu oluşturayım,seni de yanlarına vereyim; hem
mesleğini yap,hem rahat et" diyor...arkadaşlarım kan,revan içinde
gözlerimin önünde,görüyorum...Mehdi Ağabeyi(Mehdi Zana) görüyorum...Arkadaşların üzerlerine sopalar yağmur gibi iniyor...yanıtım net oluyor
"benim yerim arkadaşlarımın yanı,Mehdi Ağabeyin, yanıdır" diyorum..."vurun a...koyduğumun çocuğuna" der demez
neye uğradığımı bilmeden yere düşüyorum...Hikmet'te düşüyor...onun sesini
duyuyorum..."ben de direniyorum,ben de oraya gideceğim"
diyor"...beni ondan ayırıp,sopalarla arkadaşların yanma atıyorlar...bu
olayı Mehdi Zana kitabında şöyle anlatmış, "...bir ara yanıma baktım,bizim Mustafa
Dağcı.Doktor ne oldu? niye sana saldırdılar? diye sordum. Doktorda: yüzbaşı
bana koğuşa git dediğinde; ben Mehdi ağabeylerden ayrılmayacağım dedim.yüzbaşı
kızdı siktir ibne vurun namussuza der demez beni tekme tokat yanınıza
getirdiler,diye cevap verdi.Mustafa'nın çok dayak yediği her halinden belliydi.başından
beri direnmede bizimle idi'...
40
hücrede tıka-basa dolu...daha fazla insan bırakmasınlar diye arkadaşlar asma
kilitlerin içinde kibrit çöpü kırarak işlemez hale getirmişler...bizlere
saldırıları onlar görüyorlar ve sürekli sloğan atarak destek olmaya
çalışıyorlar...her halde dövmekten yoruluyorlar;bizleri o halde bırakıp
gidiyorlar...yüzlerce insan kan revan içinde yerlerde sürünüyor...direnişi
kazanacağımıza olan inançlarımız azalmaya başlıyor...tanışan arkadaşlar biri
birimize destek olmaya,moral vermeye,almaya çalışıyoruz...tam bu sırada Mehdi
Zana yüzündeki kanları eliyle silerek Kürtçe bir türkü söylemeye başladı...bu
hepimize doping etkisi yaptı...sloganlarla,marşlarla yeniden
toparlandık...üç,dört gün öyle kaldık...betonda yatıyoruz...tuvalet yok...bir
şeyler yiyip- içmediğimiz için fazla ihtiyaç duymuyoruz ama,yinede gereksinimi
olanlar çıkıyor...bir köşeyi tuvalet gibi kullanmaya başladık...üzerimizdeki
giysilerden paravan yapıp,ihtiyacını gidermek isteyen arkadaşlara destek
oluyoruz...
sonradan
öğreniyoruz ki;bazı koğuşlardan kimi arkadaşları hamam denilen yere götürerek
ayrı bir işkenceden geçirmişler...İsfendiyar Eyyüpoğlu ve Necmettin Büyükkaya
da buraya alınıyor...ikisi de hastaneye kaldırılıyor...güzel insan,cezaevinin
ve Kürdistan'ın popüler insanı,açık sözlü eczacımız Cemile'nin sevgili
eşi,Eliya ve Serdirin biricik babaları Necmettin Büyükkaya yaşamını
yitiriyor...bizler bunu daha sonra öğreniyoruz...
35. koğuşun koridor kısmında olan bizleri 36. koğuş denilen
diğer bölümdeki hücrelere taşıdılar...ben üçüncü kattaki bir hücreye
düştüm...Nazif Kaleli (tahliyeden sonra kaybettik) ile aynı hücredeyiz...en alt
hücrelerde ölüm orucuna giren arkadaşlar var...30 gün,40 gün böyle geçiyor
idare masaya oturmuyor...ölüm orucundaki arkadaşların dayanma güçleri
bitiyor...adım,adım ölüme yaklaşıyorlar...onlara türküler söyleyerek destek
olmaya çalışıyoruz...ölüm orucundaki arkadaşlar benden özellikle bir
türküyü,hem de her gün isterlerdi..."mezarımı derin kazın dar olsun/altı
çimen üstü lale bağ olsun/ben ölürsem o sevdiceğim sağ
olsun".,.40.günlerden sonra arkadaşları hastaneye kaldırıyorlar...ölüm
haberleri duymak istemiyoruz...ama yüreğimiz elimizde...45. gün...46.
gün...yaşamlarını yitirmeseler bile,kalıcı sakatlıklar oluşacak...hücrelerden
artık çıt çıkmıyor...her an kötü bir haber gelecek korkusuyla
kıvranıyoruz...50.gün...çocuklarını,annelerini,babalarını,eşlerini,kardeş
lerini
hastaneye taşıyorlar... ikna etmek için, direnişi
bırakmaları için... tedaviyi kabul etmiyorlar...belki bir saat sonra
ölecekler...tedaviyi kabul etmiyorlar...en sevdikleri insanları bir daha
görmeyecekler,yaşamın sonuna geldiklerini biliyorlar...tedaviyi kabul etmiyorlar...53. gün...artık Orhan Keskin ve Cemal Arat
yaşamıyorlar...aramızda değiller..."Onlar" bizi terk
ediyor..."Onlar" bizlerin daha iyi koşullarda yaşaması için,kendi
yaşamlarını feda ettiler...onurlu bir cezaevi yaşamı için,işkencesiz bir
cezaevi yaşamı için hayatının baharında akıl almaz bir direnme örneğiyle
destanlar yaratarak bizleri bırakıp gidiyor...bu hepimizi çok üzüyor...ama beni
daha çok üzüyor...karşı olduğum;insan hayatı üzerine kurulu bir yöntemle
hayatlarını yitiriyorlardı...bu yöntemler denenmese de kazanacağımıza inananlardanım...idare
öldürebilir ama,bizler kendimizi asla...idare pes ediyor...idare Orhan ve
Cemal'in ölümünden bir kaç gün önce pes ediyor...ancak yazılı metin hastaneye
geç gidince arkadaşlar kaybedilmiş olunuyor...tek tip elbise hariç bütün
isteklerimizi kabul ediyorlar...Mehmet Şener yüzbaşıyla gelerek direnişin
bittiğini ve anlaşma koşullarını anlatıyor...biraz buruk karşıladık...tek tip
elbiseyi içimize sindirememiştik...nedenini şöyle anlattılar” dışarıda; bütün
bu direniş ve ölümlerin tek tip elbise giymeme yüzünden çıktığını yaymışlar.biz
böyle olmadığını göstermek için tek tip elbiseyi giymeyi kabul
ettik"...bir gün daha uzamasının, 4,5 arkadaşımızı daha kaybetmemize neden
olacağı kesin...hepimiz anlaşma koşullarını kabul ettiğimizi bildirdik...ölüm
orucundaki arkadaşlar tedaviyi kabul ettiler...kalıcı arazlarla da olsa
yaşayacaklardı...bizleri koçuşlara dağıtmaya başladılar...beni yeniden 34.
koğuşa verdiler... bundan sonraki yaşamımız nasıl mı oldu? buluşmak üzere...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder